
Kimsenin dokunmaya cesaret edemediği cüzzamlı (Lepra) hastalarla tek tek yakından ilgilendi. Bu nedenle cüzzamlı hastaları tespit edebilmek ve hastalıkla mücadele edebilmek için Türkiye’nin her yerini adım adım gezdi. Hastalarına gösterdiği pozitif bakış açısıyla bu mücadelede büyük adımlar atan Saylan, Cüzzamla Savaş Derneği ve Cüzzamla Savaş Vakfı’nı kurdu. Bu alanda yapmış olduğu çalışmalar nedeniyle 1986 yılında “Uluslararası Gandhi Ödülü”ne layık görüldü. Saylan'ın başarılı çalışmaları dünyanın da gözünden kaçmadı. Dünya Sağlık Örgütü’nün Lepra danışmanlığını, Uluslararası Lepra Birliği’nin kurucu üyeliğini yaptı. Sosyal dayanışma anlayışıyla 1989 yılında kurduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) vasıtasıyla ilkokul, lise, üniversite ayırmadan binlerce öğrenciye burs verdi, sadece okullar ve yurtlar yaptırmakla kalmadı, bilgisayar, okul araç ve gereçleri gibi birçok ihtiyacı da karşılayan projelere imza attı.
Mücadelelerle geçen bir hayat dedik ya; bu sefer 1986 yılında meme kanserine yakalandı. Ameliyat ve kemoterapinin ardından kurtuldu. Ancak kanser, 2002 yılında tekrar kapısını çaldı. Karaciğerini hedef alan kanserle mücadeleye yeniden başlayan Saylan'ın Ergenekon soruşturması kapsamında evi arandı hem de “darbeye destek”ten!!! Yorgun bir beden ve yapılan haksızlıklar ağır gelmişti bu sefer. Ve üzerindeki bu yükü daha fazla taşıyamadı, sevenlerini öksüz bırakıp sonsuz uykuya daldı.
O kadar çok yere ulaşmıştı ki eminim birçok kişi kendisiyle tanışmış ya da en azından kendisini görme fırsatını yakalamıştır. Ben de kendisiyle birebir 2006 yılında tanışma fırsatını yakalamıştım. O dönem İTÜ Vakfı Dergisi’ne hazırladığımız özel bir dosya haber için Saylan’ın görüşlerini almıştık. Her işini planlı ve zamanlı yapan Saylan, yoğun programına bizi de dahil etmişti. Saylan için zaman kavramı hakikaten çok önemliydi, not defterini yanından ayırmazdı. Hayata dair engin deneyimleriyle, tarihi ve güncel konular hakkındaki bilgisiyle, izlediği filmlere getirdiği farklı yorumlarla ve akıcı Türkçesiyle sorularımıza samimi cevaplar vermişti. Adeta kendisine hayran bırakmış, kendime “Ben ne kadar yararlı insanım?” sorusunu sordurtmuştu. Özellikle Anadolu’da kız çocuklarının okula gönderilmesi için düzenledikleri çalışmaları, yaptırdıkları okulları anlatırken gözlerinin içi gülüyordu. Hedefi 100 bin kız çocuğuna ulaşıp okula göndermek, bir meslek sahibi yapmaktı. Okul öncesi eğitime de önem veriyordu. İstiyordu ki herkes dünyaya 360 dereceden baksın, başka dünyaları da tanısın, bilsin, el uzatsın. Kentli ve köylü çocukları kaynaştıran projelere imza atarak, her sorunun eğitimle çözüleceğine inanıyordu. Her yaptığı işi gönülden isteyerek ‘severek’ yapıyordu. En sinir olduğu şey ‘otorite’ydi: “Ben otorite düşmanıyım. Hiçbir gün hiçbir kişiye bağırmadım, hiç kimseyi kovmadım. Kim oluyorum da ona bağırıyorum. Birine bağırıp çağıramam. Konuşarak anlaşırım. ‘Bu, yanlış mı doğru mu?’ diye birlikte karar vermeye çalışırım.”
Onun için paylaşmayı bilmek çok önemliydi. Eksiği tamamlamak, kısacası halden anlamak. Aslında çok zordu işi. Bir taraftan Anadolu insanının ne kadar değerli olduğunu da anlatmaya çalışıyordu. Ama zoru başarmayı seviyordu. Zorluklar karşısında göstermiş olduğu azimli ve kararlı duruşu eminim ki bugün binlerce gence model oldu. Şimdi ne olacak diye sorular gelmesin akıllara. Bu kadar yapılan işin ardından tabii ki yeni projeler hayata geçirilecek, kız çocukları okuyacak, hedef sayıya ulaşılacak. Mesaj gayet net. Rahat uyu Türkan Hocam! Soru işaretleri boynumuzda takılı.