Jennifer Egan, “İt Kopuk Takımı”nda bir dönemin
başına buyruk punk gençliğinden, geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış
kalmış ancak yaptıklarından asla pişman olmayan insanlara kadar birçok
hayata dokunuyor.
“Başkalarının hayatlarındaki gizemler doğadaki gizemler gibidir, her
yeni bilimsel keşif bizi gerçeğe yaklaştırır ama hiçbiri kesin bir
yanıta ulaştırmaz.” Fransız yazar Marcel Proust, “Kayıp Zamanın İzinde”
adlı eserinde dile getirdiği bu cümlenin sır perdesiyle örtülü
karakterlerin yer aldığı birbiriyle kesişen hikayelerden oluşan bir
romanın yazılmasına ilham kaynağı olduğunu bilseydi, kim bilir ne derdi?
Amerikalı yazar Jennifer Egan’ın “İt Kopuk
Takımı” adlı kitabının ilk satırlarına Proust’tan alıntılar yaparak başlaması akıllara böyle bir soruyu getiriyor.
Egan’ın 2011’de Pulitzer Ödülü’ne layık görülen bu kitabında,
Proust’un romanlarında oldukça irdelediği zaman ve mekân kavramları
üzerine tartışmaya açık 13 hikâye yer alıyor. New York’tan San
Francisco’ya, Napoli’nin arka sokaklarından Kaliforniya’daki çöl
bölgesine kadar sınırların gayet geniş tutulduğu mekânlarda geçen
hikâyelerde 1970’lerden günümüze uzanan bir zaman tüneline giriliyor.
Bu süreçte kendilerine özgü giyim tarzları, kalıplaşmış davranış
biçimlerine karşı gelerek bireysel bir başkaldırı gösteren punk
gençliğinin sıra dışı hayatlarına yol alınarak, teknolojinin
gelişmesiyle sosyal medyayı yakından takip eden milenyum gençliğine
göndermeler yapılıyor. Kalemi kağıdı alıp bir soy ağacı çıkartılabilecek
kadar kahramanı bol olan kitapta, geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış
kalmış, bir taraflarıyla mutlu bir taraflarıyla hüzünlü karakterler
dikkat çekiyor. Bu karakterlerden öne çıkanlar ise Sasha ve Bennie
Salazar.
Sürprizli bir hayat
Roman, Flaming Dildos
adlı bir grupta bas gitar çalan ve müzik yapımcısı olan Bennie
Salazar’ın 12 yıldır asistanlığını yapan Sasha’yla açılıyor. Coz adlı
psikologla
gerçekleştirdiği terapi seansında mağazalardan çaldığı
eşyaları, ilk aşkı Alex’le nasıl tanıştığını ve sonrasında artık bir
şeyleri çalmamak için gösterdiği çabayı anlatan
Sasha’nın bir
kleptoman olduğu anlaşılıyor. Daha sonra üniversitede tanıştığı erkek
arkadaşı Drew’le geçirdiği mutlu günlerin anlatıldığı romanın ilerleyen
sayfalarında
bir zaman sıçraması yapılarak Sasha’nın Napoli’nin arka sokaklarında geçirdiği çocukluk yıllarına dönülüyor.
Aradan geçen 20 yılın ardından Sasha, New York’a yerleştikten sonra facebook aracılığıyla üniversite arkadaşını bularak
evleniyor. Biri yarı otistik olan Alison ve Lincoln adında iki çocuk
sahibi olan Sasha, gözlerden ırak kurduğu yeni hayatıyla izini eski
sevgilisi Bennie ve yıllar sonra kendisini aramaya koyulacak Alex’e
kaybettirmeyi başarıyor.
Bir hiç uğruna
"İt Kopuk
Takımı"nda Bennie'nin gençlik yıllarında üyesi olduğu gruptaki
arkadaşlarıyla geçirdiği eğlenceli zamanlardan, farklı rock gruplarını
dinleyiciyle buluşturduğu müzik yapımcılığına kadar tüm yaşamı gözler
önüne seriliyor. Christopher adında bir erkek çocuğu olan ve eski eşi
Stephanie'yi en yakın arkadaşı Kathy'le aldatan
Bennie'nin kitabın ilk sayfalarında çapkın bir adam olduğu anlatılıyor.
Flaming Dildos'un basçılarından can dostu Scotty'le birlikte önce Alice'ten, daha sonra da Sacha'dan hoşlanan
Bennie, karşısına çıkan birçok kadınla ilişki yaşıyor. Conduits adlı
müzik grubu sayesinde başarılı bir müzik yapımcısı olan Bennie, bu
dönemde çok değişiyor;
sebepsiz bir küslük nedeniyle yollarını
ayırdığı Scotty'le karşılaştığında eski sıcaklığını göstermiyor. Ancak
kaybolan yılların ardından her şeyi bir hiç uğruna yaptığını
düşünen
Bennie'nin kendisiyle hesaplaşma aşamasında Alex'le yolları kesişiyor.
Alex'in yardımlarıyla Scotty'nin Manhattan'da uzun yıllardan sonra ilk
konserini vermesini
sağlayarak aralarındaki buzları eriten Bennie,
içindeki punk'çıyı hep canlı tutuyor. Özetle, gençliği peşinden
sürükleyen rock dünyasından ince kesitler sunan “İt Kopuk
Takımı”, zekice hazırlanmış kurgusuyla aslında başladığı yerde biten bir roman.
Mine Özdemir / Milliyet Kitap
DETAIL POINTS...
29 Kasım 2012 Perşembe
19 Mart 2012 Pazartesi
Gibi Site ve sakinleri
Enver Aysever, “Yazgıcılar” romanında Gibi Site ve sakinleri üzerinden günümüz dünyasında iktidarın toplumu gözetleyerek denetlemesini eleştiriyor.
MİNE ÖZDEMİR
Ortada bir gözetleme kulesi ve çevresinde mahkûmların hücrelerinin yer aldığı bir hapishane düşünün... Kulede de mahkûmların sürekli gözetlendikleri hissiyle hareket etmelerine neden olan görünmeyen bir güç... Mimar Jeremy Bentham’ın panoptik olarak tanımlanan bu hapishane yapısı hiçbir zaman hayata geçirilmedi ancak postmodern ve küresel dünyada iktidarın toplumu denetlemeye çalıştığı bir yöntem şeklinde hep karşımıza çıktı.
Enver Aysever de ilk romanı “Bir An Bin Parça"nın ardından yazdığı “Yazgıcılar” adlı kitabında bu yapılanmaya benzer bir biçimde yarattığı bir site üzerinden günümüz toplumlarını eleştiriyor. Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında günden güne İstanbul’da yükselen siteleri ve şehrin görüntüsünü Jose Saramago’nun “Körlük” romanına gönderme yaparak tanımlayan Aysever, bir salgın halinde toplumu saran körlük metaforu yerine ‘sis’i koyuyor.
Herkes birbirini dikizliyor
Kitabın ilk sayfalarında şehri kuşbakışı izleyerek betimleyen yazar, sis içerisinde kapalı kapılar ardında gizli işler çeviren insanların nasıl da farkında olmadan gözetlendiklerini anlatıyor. İstanbul’daki çarpık yapılaşmanın doğurduğu paradoksu da satırlara taşıyan Aysever, havuzu, doğru düzgün otoparkı, yürüyüş yolu, tenis kortu olmayan ama hepsini çağrıştıran bir yapı kuruyor: Gibi Site. İstanbul’a göç etmeyi beceren, bundan ötürü de kendisini talihli sayan kişilerin oturduğu bu sitede herkes birbirini dikizliyor ve dinliyor; kendisini görünmeden hissettiren bir güç olan Yazgıcılar da bu kişileri gözetleyerek denetliyor. Yazar, “Peki, Yazgıcılar tam olarak kimdir?” diye soranlara da şu cevabı veriyor: “Gerilimden beslenen, her bulunduğu ortamda hır gür çıkaranlarla, herkesi birbirine düşürerek ve kan emerek huzur bulan ve bu yaptıklarına da özgürlük kılıfı giydirenlerle kavga edenlerdi Yazgıcılar.”
Kalabalık bir kadrosu bulunan Gibi Site'de olup biten tüm gelişmeleri yakından takip eden yöneticiler, kapıcılar, güvenlik görevlileri ve renkli karakterler yer alıyor. Bir de başkahramanımız EA. Engin Aysever’in baş harflerinden oluşan EA için Engin Aysever, bir röportajda, hem kendisi hem de kurmaca bir karakter olduğunu söylüyor. Okuduğu kitaplarla toplumdan kendini soyutlamış bir aydın profili çizen, diğer taraftan da duruşuyla hayata karşı yenilmiş bir insan izlenimi uyandıran EA, tüm çelişkili halleri üzerinde bulunduruyor.
Deşifre olan hayatlar
Sitede yöneticiler ilk iş olarak sıkı bir güvenlik sağlayabilmek amacıyla kameraları uygun yerlere yerleştiriyor. Altı kişilik güvenlik timinin de bir taraftan kol gezdiği sitede her bloğun ayrı bir kapıcı dairesi bulunuyor. Çağdaş dünyada artık apartman görevlisi adı verilen bu kişiler ve site sakinleri, gözetlendiklerinin farkında olmadan kameralar karşısında mahremiyetlerini sergiliyor. Kameralarla kuşatılan Gibi Site, bu noktada, George Orwel’ın “1984” adlı kitabında bahsettiği “Big Brother / Büyük Birader”ı anımsatıyor.
Deneyim kazanmış güvenliğin gözetiminde, blok kapıcısının kuşkulu, site sakinlerinin de kaçamak bakışları altında Gibi Site’ye taşınan EA, kapıcı Durdu’nun eşi Sümbül’ü yardımcı olarak evine almasıyla daha da deşifre oluyor. EA’nın kitaplara olan aşırı ilgisi, kendisi gibi ismi baş harflerden oluşan, kumral saçlı, genç ve zarif bir kadın olan AÖ ile arasındaki tuhaf ilişki ve annesinin cenaze töreninde takındığı tutum ve davranışları, sitenin uyanık sakinlerinin dikkatinden kaçmıyor. Bu özellikleriyle aykırı bir insan profili çizen EA, zamanla site sakinleri tarafından ötekileştiriliyor.
Nasıl bir sitede yaşamak istediklerine yönelik görüşlerini belirten site sakinlerinin aldıkları ortak karar sonrasında Yazgıcılar, hızla EA’nın evine sızarak, o çok yapmak istedikleri imha operasyonunu sonunda gerçekleştiriyorlar. Kitapta baştan sona okura küçük küçük oyunlar kuran yazar, okurun site sakinlerinin hayatlarını dikizliyormuş hissine kapılmasına ve kendi içinde bir hesaplaşmaya gitmesine neden oluyor. Tüm bunların yanı sıra mizahi bir dille günümüz Türkiyesi’nin anlatıldığı “Yazgıcılar”, izlenme, gözlenme, dinlenme çağında bir yalnızlık romanı.
Milliyet Kitap
16 Şubat 2012 Perşembe
Theodor Boone, iz peşinde!
Jahn Grisham’ın “Kaçırılan Kız” adlı
romanı, “Küçük Avukat”ın devamı niteliğinde. Romanda 13 yaşında ve tek
hayali avukatlık mesleği olan Theodor Boone’un en yakın kız arkadaşı
April’ın evden kaçırılış öyküsü anlatılıyor.
MİNE ÖZDEMİR
Sessiz bir kişiliğe sahipti April Finnemore. Popüler değildi çünkü popüler olmaya çalışmıyordu. Kibar, düşünceli ve sınıf arkadaşlarının çoğundan olgundu. Bunların dışında insanların akıl erdiremediği gariplikleri vardı. Mesela bir oğlan çocuğu gibi giyiniyor ve saçını çok kısa kestiriyordu. Sporu, televizyonu ya da interneti sevmiyordu. Onun yerine resim yapıyor ve sanat üzerine çalışıyordu. Bir gece yarısı ortadan kaybolan April’ın evden kaçmasına kimse ihtimal vermiyordu. Peki, April kim ya da kimler tarafından, niçin apar topar kaçırılmıştı? “Kaçırılan Kız”ın ilk sayfalarından itibaren bu sorunun cevabını aramaya koyulurken, John Grisham’ın “Küçük Avukat” kitabının başkahramanı Theodor Boone’la karşılaşıyoruz ilerleyen sayfalarda.
Amerikan hukuk sistemini oldukça iyi bilen John Grisham, diğer romanlarında olduğu gibi küçük bir kasabada yaşayan insanların mahkemelerde çözümlenmeyi bekleyen bir davaya dönüşen sorunlarına eğiliyor bu kitabında. Mesleki tecrübesini Theodor Boone karakteri üzerinden konuşturan Grisham, yine Stattenburg sokaklarına götürüyor bizleri. Theo, genellikle polis, öğretmen ya da doktor olmak isteyen erkek çocukların tersine başından beri annesi ve babası gibi avukatlık mesleğine ilgi duyan bir karakter. Her şeyden önce Theo’nun April’ın özel hayatıyla ilgili ayrıntılı bilgiye sahip olması olayların akışına ayrı bir boyut kazandırıyor. Ama burada Grisham’ın April’ı kimin kaçırdığına yönelik kaçamak bilgiler vermesine rağmen kitabın sonunun tahmin edilebilir olduğunu söylemekte fayda var.
MİNE ÖZDEMİR
Sessiz bir kişiliğe sahipti April Finnemore. Popüler değildi çünkü popüler olmaya çalışmıyordu. Kibar, düşünceli ve sınıf arkadaşlarının çoğundan olgundu. Bunların dışında insanların akıl erdiremediği gariplikleri vardı. Mesela bir oğlan çocuğu gibi giyiniyor ve saçını çok kısa kestiriyordu. Sporu, televizyonu ya da interneti sevmiyordu. Onun yerine resim yapıyor ve sanat üzerine çalışıyordu. Bir gece yarısı ortadan kaybolan April’ın evden kaçmasına kimse ihtimal vermiyordu. Peki, April kim ya da kimler tarafından, niçin apar topar kaçırılmıştı? “Kaçırılan Kız”ın ilk sayfalarından itibaren bu sorunun cevabını aramaya koyulurken, John Grisham’ın “Küçük Avukat” kitabının başkahramanı Theodor Boone’la karşılaşıyoruz ilerleyen sayfalarda.
Amerikan hukuk sistemini oldukça iyi bilen John Grisham, diğer romanlarında olduğu gibi küçük bir kasabada yaşayan insanların mahkemelerde çözümlenmeyi bekleyen bir davaya dönüşen sorunlarına eğiliyor bu kitabında. Mesleki tecrübesini Theodor Boone karakteri üzerinden konuşturan Grisham, yine Stattenburg sokaklarına götürüyor bizleri. Theo, genellikle polis, öğretmen ya da doktor olmak isteyen erkek çocukların tersine başından beri annesi ve babası gibi avukatlık mesleğine ilgi duyan bir karakter. Her şeyden önce Theo’nun April’ın özel hayatıyla ilgili ayrıntılı bilgiye sahip olması olayların akışına ayrı bir boyut kazandırıyor. Ama burada Grisham’ın April’ı kimin kaçırdığına yönelik kaçamak bilgiler vermesine rağmen kitabın sonunun tahmin edilebilir olduğunu söylemekte fayda var.
Umut hep var
April’ın parçalanmış bir ailenin üç çocuğunun en küçüğü olarak yaşadığı tüm zorlukları ve psikolojik sorunları Theo’yla paylaştığını görmekteyiz romanda. Kasaba dışında küçük bir çiftlikte keçi besleyen ve peynir üreten bir anne ve haftalarca ortadan kaybolarak, 1980’lerden kalma arkadaşlarıyla kötü bir orkestrada müzik yapan bir baba arasında kalan April’ın ansızın kaybolmasından kaynaklanan üzüntüyle Theo’nun nasıl başa çıkacağı ise başlı başına merak konusu. İşte burada hareket kazanan kitapta, sınıf arkadaşlarıyla birlikte kız arkadaşını sokak sokak arayan Theo’nun hiçbir zaman umudunu yitirmediğine şahit oluyoruz. Öte yandan herkes, April’ı annesinin uzaktan kuzeni olan Jack Leeper’ın kaçırdığını düşününüyor. Hırsız, uyuşturucu satıcısı ve 10 yıl önce Kaliforniya’da çocuk kaçırmaktan yakalanarak hapis cezası alan Leeper’ın iki hafta önce hapisten kaçması ise şüpheleri doğrular nitelikte. Üstelik tam da bu sırada ırmakta kimliği saptanamayan bir cesedin bulunması, April’ın hayatta olup olmadığına dair kuşkuları ve beraberinde gerilimi artıran unsurlar.
Detaylar ele veriyor
Kitabın ortalarında Theo’nun eski bir avukat olan amcası Ike’ın ırmakta bulunan cesedin April’a ait olmadığına dair verdiği istihbari bilgiler, işleri kolaylaştırıyor. Bu noktada kurguda küçük küçük oyunlara başvuran yazarın kitabın bir bölümünde tüm bu konuların uzağında televizyonda gösterilen haberlere yer vermesi, gergin havayı dağıtmaya yetiyor. Tüm gelişmeleri yakından takip eden Theo’nun bir gün arkadaşıyla birlikte sosyal paylaşım sitelerinde gezinirken tesadüfen bir fotoğrafta April’ı görmesi ve hemen onu aramaya koyulması ise kitabın en ilgi çeken kısmı. Polise haber vermeden Kuzey Carolina’ya Ike ile birlikte yol alan Theo’nun artık April’ı kimin kaçırdığını anlamasıyla da kitapta sona yaklaşılıyor.
Bütün bu olup bitenin farkında olmadan kendisini yalnız başına yaşamaya hazırlayan April’a geçici bir vasi atanmasına yönelik açılan davada yine ailesiyle birlikte kalmasına yönelik bir kararın çıkması benzer bir durumun bir daha yaşanıp yaşanmayacağını akıllara getiriyor. Kitabın son sayfasını çevirdiğimizde ise Theodor Boone’u başka kitaplarda ya jüri karşısında etkili konuşmalar yapan duruşma avukatı ya da zor kararları verebilen tarafsız bir yargıç olarak tekrar görebileceğimizi bizlere çaktırmadan hissettiriyor Grisham.
10 Aralık 2011 Cumartesi
“Aşk bu, şakaya gelmez”
Umutlar, özlemler, kaçınılmaz ayrılıklar, aşk ve başka insanların hayatları... Hepsi, ustalıklı bir dille Tekin Gönenç'in yeni kitabı “Karanfil Sesleri”nde...
MİNE ÖZDEMİR
Şiirin sesle olan
ilişkisi dikkate alındığında yüksek sesle okunan ve vurguyla anlam kazanan
şiirlerin ötesinde gürültüsüz ve dilsel açıdan sağlam şiirler karşımıza çıkıyor
Tekin Gönenç’in “Karanfil Sesleri”nde. İkinci Yeni’nin imgeci şiirini oldukça
yalın bir anlatımla işleyen şair, kozasında ördüğü insandan yola çıkarak yine insana
varan şiirlerle buluşturuyor okuru.
Yazarlığa soyunanların ilk göz ağrısıdır
şiir. Tekin Gönenç için de aynı durum söz konusu. Üniversite yıllarında “Tümevarım”
adlı ilk şiirini yazan Gönenç’in birçok şiiri Varlık dergisinde yayımlandı. Şairin
“Gönlü
Güvercinli Kadın” ve “Aşk Konuşur Bütün Dilleri” adlı iki şiir kitabının yanı
sıra “Gizdüşüm” ve “Babamın Bıyıkları Yoktu” adlı öykü kitapları da bulunuyor.
Özlem
dolu şiirler
Şiir anlayışını 'sezdirme' yani okura ipin
tamamını değil de sadece ucunu verme şeklinde tanımlayan Gönenç, güncel konuşma dilindeki sözcükleri yeniden
kurgulayarak onlara özgün algılamalar ve iç sesler yüklüyor. Böylece
yararlandığı ‘var olan dil’e yeni renkler ve duyumsamalar ekleyerek, şiirini
oluşturuyor. Şiirin içine aldıklarından çok dışarıda bıraktıklarıyla ilgilenen
şair, ön kabullere ve kalıplara karşı çıkarak, “Siz
bakmayın böyle sustuğuma, benim şiirim bağırmaz ki” (S. 39) diyor.
Zaman akıp gittikçe var olmak, değişim gibi kaçınılmaz bir gerçekliği de beraberinde getiriyor. Bu değişim karşısında muamma bir gelecekten korkan insan, kimi zaman yaşanmış hikâyelere sığınarak, bugün ile geçmiş arasında gelgitler yaşayabiliyor. Ama geriye dönüp bakıldığında en çok da çocukluğa dair anılar, gözlerimizin önüne geliyor. Tekin Gönenç de bazı ipuçları vererek, çocukluğa duyduğu özlemi dile getiriyor şiirlerinde: Lunapark, saklambaç, uçurtma, okul çıkışları… Bunun dışında bir de kuşlar var, şairi elinden tutup yazmaya yönlendiren. Çocuklar ve kuşların insana insan olduğunu duyumsatan doğanın en güzel varlıkları olduğunu söyleyen Gönenç, bu yüzden tek başına kaldığında yanında sadece kuşları ve çocukları görmek istiyor.
Çocuk annelerin dramı
Çocukluğundan bu yana
Anadolu insanının acılarını ve sevinçlerini gözlemleme fırsatı bulan Gönenç, Türkiye’deki
yanlış evliliklere ve çarpık kadın erkek ilişkilerine tepkisini “Çocuk
Anneler”şiirinde dile getiriyor: “on dördünde on beşinde var yok /karnı
burnunda çocuk annelerdik/çeşmeyle tarla/beşikle kundak arasında/çocuklarıyla
birlikte büyüyen” (s.26) Böylece gelenek görenek ve dini inançların etkisiyle çocuk
yaşta babası yaşında kişilerle evlendirilen mutsuz kızların dramını anlatan
Gönenç, dikkatle seçtiği sözcüklerle toplumsal sorunlara da eğiliyor.
Tekin
Gönenç’in şiirlerinde en baskın temalardan biri de aşk! Aşkı bin bir türlü haliyle
ele alan şair, öncelikle konuya ciddiyetle yaklaşıyor: “el
etme öyle/aşk bu/şakaya gelmez/ben daha gözlerinin yarısındayım” (S. 13)
Bu ciddiyetin arkasında kuşkusuz büyük hayallerin beraberinde getirdiği hayal
kırıklıkları yatıyor. Ama yine de ansızın sevgilinin çıkıp geleceğine dair bir
bekleyiş hakim Gönenç’in şiirlerinde. “oysa gelseydiniz/en kırılgan yanlarınızla
olsun/yaşama tutuna tutuna gelseydiniz/hiç durur muydum/çarpar giderdim
geceye/bende biriken düş kırıklıklarınızı”(S. 5)
Özetle
şiirlerinde sendeki 'ben' ile bendeki 'sen'i buluşturan Tekin Gönenç, işte bu noktada okuru
programlamadan uzak durarak, hedef gö'termeden uçurtmayı rüzgâra salar gibi
şiirlerine yol veriyor. Biz okurlara da özenle seçilmiş kelimelerin peşine
takılarak, ayrıntılarda gizlenen anlamları yakalamak kalıyor.
19 Kasım 2011 Cumartesi
"Delirmek en çok kadınlara yakışıyor"
Fotoğraf: Hüseyin Özdemir
Mine Söğüt, yeni kitabı “Deli Kadın Hikâyeleri”nde, kadınlıklarını bir lanet gibi sırtlarında taşıyan, deliliğin sınırlarında gidip gelen farklı hayatlar üzerinden kuruyor öykülerini.
MİNE ÖZDEMİR
Birbirine zıt ama bir o kadar da kaçınılmaz bir şekilde birbirine
bağlı iki kavramdır doğum ve ölüm. İşte bir bilinmeyenden gelinen ve bir
bilinmeyene gidilen bu yolda son kitabı “Deli Kadın Hikâyeleri”ni
temellendiren Mine Söğüt, kadınlıklarını bir lanet gibi sırtlarında
taşıyan, deliliğin sınırlarında gidip gelen hayatlar üzerinden
öykülerini kuruyor. Kapak resmi ve çizimleri yazarın eşi karikatürist
Bahadır Baruter’e ait olan kitapta, 21 delilik hikâyesi yer alıyor.
Mine
Söğüt, öykülerin her birinde içlerine açılan kapıların arkasına
saklanan kadınların delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları
pencerelerden baktırıp, düş ile gerçeğin iç içe geçtiği farklı hayatlarla bizleri
buluşturuyor.
Deliliğin o benden çok uzak gezegenini hep merak ederim.
Hikâyelerimi, bu merakın peşine takılıp, delirmek üzerine kurguladım. Ve
fark ettim ki delirmek edebi açıdan en çok kadınlara yakışıyor. O
yüzden hikâyelerdeki kahramanlar, hep kadın oldu. Bu yakışmanın da
sanırım tek nedeni var: Doğurganlık. Kadın doğurganlığı nedeniyle
erkekten farklı refleksler ediniyor. Aslında, içinde bulunduğu sosyal
sistem müsaade etse erkekle her konuda eşit olabilir. Ama doğurganlık,
bu eşitliği bozan ve kadını herhangi bir insan olmaktan çıkarıp 'kutsal'
anne olmaya 'terfi' ettiren bir rütbe. Bu rütbenin dayattığı
sorumluluklar kadını hep delilik uçurumlarının kenarlarında gezdiriyor.
Kadınlık değil ama delilik ölüme çok yakın bir ruh hali. Hayat
aslında bizi “sağlam ve canlı” kalmaya programlıyor. Delirdiğiniz zaman
bu program bozuluyor. Bir deli her şeyi isteyebilir. Ölümü bile! O
yüzden hikâyelerdeki kadın kahramanlar ölüm sınırında yaşıyor… Her an
o sınırın ötesine geçebilirler.
Kadın veya erkek fark etmiyor, kendi ellerimizle özene bezene
kurguladığımız bu hayat 'kötü'. Hem bu ülkede hem de tüm dünyada bu
böyle. Teknolojide bu kadar ilerleyebilen insanlığın 'insanlıkta'
herhangi bir ilerleme kaydedememesi bu konuda bir isteği olmadığının
işareti. Çünkü ben tanrı denen şeyin külliyen 'istek' olduğuna inanırım.
Biz ne istersek o olur. Ve biz böyle bir hayat istiyoruz. Savaş kendi
kendine çıkabilen bir şey değil. Bunların müsebbibi ilahi bir irade
değil bizzat insani irade. O yüzden kadını, çocuğu, yoksulu, deliyi,
azınlığı ya da güçsüzü tarif eden biziz. Biz tariflerimizi değiştirsek
bu tariflere denk gelen hayatların kaderi de değişir.
Evet, yazarken masamı düşle gerçek arasındaki köprüye
yerleştiriyorum. Çünkü 'gerçek hayat' da bizzat o köprünün üzerinde
cereyan ediyor. Eğer ortada bir tuzak varsa bu benim bir yazar olarak
okura kurduğum bir tuzak değil, bizzat hayatın kendisinin biz insanlara
oynadığı tuhaf bir oyun.
Benim kahramanlarım her ne kadar çağdaş olsalar, bugün ve burada
yaşasalar da, aslında her zaman her yerde yaşamış olabilirler. Delilik
sadece çağımızın, ya da bu coğrafyanın belası değil. İnsanın kadim
belası. İnsan her çağda külliyen umutsuz ve hayata küs…
Son romanın kahramanı Madam Arthur Bey aslında önce bu kitaptaki
hikâyenin kahramanıydı ve bambaşka bir karakterdi. Romanda aynı isimle
farklı bir karakter olarak yeniden yaratıldı. Yani hikâyedeki ve
romandaki kahramanlar arasında bir ismi ortaklaşa kullanmak dışında
hiçbir akrabalık yok.
"Aklı başındalık hikâye için geçerli değil"
Aslında hiç kimsenin kendi hayatı söz konusu değil. Tek bir hayat var
ve hepimiz bu hayatın bir köşesine ilişmiş yaşıyoruz. Sorun insanların
çoğu kez kendi köşeleriyle yetinmeyip ya da bu köşelere sığamayıp
başkalarının köşelerine tecavüz etmeleri. 'Kendi hayatını yaşamak'
başkalarını umursamamak değil aksine başkalarını fazlasıyla umursamak
anlamına geliyor. Ve bu tabii ki mümkün. Yeter ki isteyelim…
Hikâye yazmak roman yazmaktan çok farklı bir süreç. Romanın dayattığı
o olmazsa olmaz 'aklı başındalık' hikâye için geçerli değil. Arada
sırada aklımın başımdan gitmesi beni rahatlatıyor, o yüzden hikâye
yazmaya da devam ediyorum. Bir gün yeniden bir dosya oluşturduklarında
onlar da kitaba dönüşeceklerdir mutlaka!
13 Kasım 2011 Pazar
İmge’nin parşömen defterleri çooook sevimli!
İki hafta önce H. Tarık Şengül’ün “Muhafazakâr Popülizm: iki
rekât-bir zekât-gerisi rant” adlı kitabını almak için İmge Kitabevi’nin Cağaloğlu’ndaki
şubesine yolum düştü. Raflardaki siyasi kitapların arasından çekip aldığım
kitabın fiyatını kasada tam öderken gerçek parşömen defterler dikkatimi çekti. Kız
kulesi, kitap, kedi gibi çeşit çeşit desenlerde üretilen bu sevimli defterlerden
hemen bir tane aldım. Defterin bir de içerisinden şu bilgilendirici not çıktı.
Bu özel çalışması için kocaman teşekkürler İmge’ye! :-)
***
Bu defter geleneksel metotlarla üretilmiş oğlak derisiyle
elde ciltlenmiştir. Cildi gerçek deri parşömen ve yaprakları parşömen
kağıdıdır. Parşömen M.Ö. 2. yüzyıl ve M.S. 13. yüzyıl arasında 1500 yılı aşkın
bir süre yazı yazmak için kullanılmıştır. Kağıdın yaygınlaşmasıyla daha çok
önemli dokümanlar ve ciltçilikte kullanılan parşömen bugün sadece sanatsal
amaçlar için az miktarda üretilmektedir.
12 Kasım 2011 Cumartesi
The Guardian, shortlist’ini açıkladı
The Guardian
gazetesi, İlk Kitap Ödülü yarışmasının sonlanmasına az bir zaman kaldı. Yalnızca
yeni yazarların katılabildiği yarışmanın shortlist’i açıklandı. Yarışmanın
longlist’inde yer alan Elif Batuman’ın edebiyat incelemesi türündeki “The
Possessed” adlı kitabı bu listede yer almıyor. Ancak listede Amerikalı
onkolojist Siddhartha Mukherjee'nin “The Emperor of All Maladies” adlı kitabının
öne çıktığını görüyoruz. Okuyucuların seçtiği Juan Pablo Villalobos da “Down
The Rabbit Hole” adlı kitabıyla listede dikkat çekiyor. İşte gelecek ay sonuçların belli olacağı yarışmanın
shortlist’inde yer alan kitaplar:
* Pigeon English,
Stephen Kelman
* The Emperor of All Maladies, Siddhartha Mukherjee
* Down The Rabbit Hole, Juan Pablo Villalobos
* The Collaborator, Mirza Waheed
* The Submission, Amy Waldman
* The Emperor of All Maladies, Siddhartha Mukherjee
* Down The Rabbit Hole, Juan Pablo Villalobos
* The Collaborator, Mirza Waheed
* The Submission, Amy Waldman
13 Eylül 2011 Salı
Her yerde kendin varsın
Şu beş dakikalık yürüyüşle geçtiğin yolda neler var?
Ağaçlar.
Sanırım görmeden geçtin.
Sana bir şeyler söylüyor olabilirler mi?
Yeni bir ayakkabı almak da var.
Ve o ayakkabıyla gidilecek henüz bilmediğin geleceğin.
Eğilerek yürürsen böcekler var.
Böceklerde koca bir hayat, acayip renkler, senin bilmediğin belki binlerce yeni bilgi ve hikâye.
Korkuyorsan böceklerden, senin korkun da var.
Belki tüm yaşamını ve ölümü nasıl karşılayacağını o korkuda görebilirsin.
Eğilirsen belki de görmeye başlarsın...
Kendine Bakma Kitabı - Cem Mumcu
Ağaçlar.
Sanırım görmeden geçtin.
Sana bir şeyler söylüyor olabilirler mi?
Yeni bir ayakkabı almak da var.
Ve o ayakkabıyla gidilecek henüz bilmediğin geleceğin.
Eğilerek yürürsen böcekler var.
Böceklerde koca bir hayat, acayip renkler, senin bilmediğin belki binlerce yeni bilgi ve hikâye.
Korkuyorsan böceklerden, senin korkun da var.
Belki tüm yaşamını ve ölümü nasıl karşılayacağını o korkuda görebilirsin.
Eğilirsen belki de görmeye başlarsın...
Kendine Bakma Kitabı - Cem Mumcu
15 Haziran 2011 Çarşamba
Anlaşılmaz olmayı başaran insan!
Aylaklıkla geçen bir ömre karşın görülmeyeni görerek, onlarca öyküye imza atmış bir yazardır Sait Faik Abasıyanık. İç dünyasında yaşadığı her şeyi yazıya dökmüş, dönemin baskıcı tutumuna karşı gelerek, özgürce düşüncelerini ifade etmiş ve büyük bir insan sevgisiyle sanatını icra etmiş ama bir o kadar da anlaşılmaz olmayı başarmış bir insandır kendisi. Zaman zaman başını alıp uzaklara gitmiş, ailesine kendisini kanıtlama çabasına hiç düşmemiş, sadece hayatında gelgitler yaşamış, sade yaşantısıyla dönemin yazarlarından farklı bir duruş sergilemiştir. Sait Faik’in öykülerinde uçsuz bucaksız yollar vardır; sıradan insanlar, emekçiler, çocuklar, kuşlar, deniz, balıkçılar, evler… Peki, hikâyelerini nasıl yazdığını merak ediyorsanız ona da cevabı vardır:
“… İşte hikâyelerimi nasıl yazdığımı şimdilik merak eden dostum, yarın incir çekirdeğini doldurmayacak mevzuları yazan bir hikâyecinin iyi bir hikâyeci olmadığını yazacağına göre, bilmem hikâyem oldu mu? Olmadıysa ne yapalım? Bizim hikâye anlayışımız da böyle efendim.”
Zaten bu sözlerle okuru daha da bir okumaya teşvik eder yazar. Tıpkı “Hişt! Hişt!..” hikâyesinde olduğu gibi arkamızdan seslenir. Ben de bu sesin peşine takılarak, Sait Faik’in son dönem öykü kitaplarından biri olan “Alemdağ’da Var Bir Yılan”ı yıllar sonra yeniden okudum. Yazarın Panco’suyla ve daha birçok yarattığı karakterle tanışmak isteyenler mutlaka bu kitabı okusun derim.
Kitabın son öyküsü "Yılan Uykusu"ndan:
“İşte karşı karşıyasın. İşte o da senin gibi; elli ayaklı, kaşlı gözlü, sıhhatli hasta, sarışın esmer, kafası var, saçları var, kirpikleri var, yalan söyleyen ağzı var. Yüzünde küçük küçük kavga, taş, düşme izleri. Yaramaz bir çocukluğun her şeysi, ufak ufak her şeysi. İşte elleri, parmakları, işte ayakları. Kim bu? İnsanoğlu! Senin gibi tıpkı tıpkısına apaynı.
İşte gözlerinde yaş, işte gülüyor. İşte ekmeği ısırıyor. Bak patates salatasını attı ağzına. İşte çatalında uskumru. İşte şarap bardağı dudağında. İnsanoğlu, tıpkı senin gibi apayrı. Üstelik seviyorsun da onu. Dudağının kıvrımını seviyorsun. Saçının karasını seviyorsun. Kaşının bükülüşünü, alnının genç kırışıklığını.”...
24 Şubat 2011 Perşembe
Oscar’lık yorumlar…
Oscar ödüllerinin sahiplerini bulmasına sayılı günler kala en çok merak ettiğim iki film hakkında yorumlarımı huzurlarınıza sunuyorum. Ne yalan söyleyeyim, başta yönetmenliğini Tom Hooper’ın yaptığı “The King’s Speech / Zoraki Kral”i 12 dalda aday gördüğümde göz bebeklerim büyümüştü. İngiliz kraliyet ailesiyle ilgili bir hikâyenin anlatıldığı filmi nihayetinde izledim ve muradıma erdim: Kral konuşamıyor! Burada ‘so what’ diyorum ve filmi izlemeye devam ediyorum. Kelimeler kralın ağzından anlaşılmayacak derecede kopuk kopuk çıkıyor. Yani kral kekeliyor! Hemen ilk dakikada rahatsız edici bir şekilde durağan sahnelerle filmin ritim sorunu olduğu anlaşılıyor.
İletişimde konuşma kusuru olarak tanımlanan kekemeliği aşmak için başta hiçbir çaba sarf etmeyen kralın ağabeyi VIII. Edward’ın (Guy Pearce) kocasından boşanmış bir Amerikalıyla evlenmek için tahttan feragat etmesi, izleyicinin aklına kaçınılmaz olarak “Kral şimdi nasıl konuşacak?” sorusunu getiriyor. VI. George (Colin Firth) adıyla tahtta yerini alan York Dükü’nün halka sesleneceği bir radyo konuşması yapması lazım. Tüm çabalara rağmen doktorların dükün kekemelik derdine çare bulamalarıyla başlayan hareketli sahneler, York Düşesi’nin (Helena Bonham Carter) ısrarlı arayışları sonrasında protokole aldırmayan, sıcak yaklaşımlarıyla samimi bir profil çizen Lionel Logue’da (Geoffrey Rush) kilitleniyor. Bir tarafta iki çocuğuyla sakin bir hayat süren Lionel, diğer tarafta tahta çıkmaya hazırlanan ama bir türlü konuşamayan York Dükü Albert Frederick Arthur George… İlk karşılaşmada filmin düğüm noktasını Lional’ın şu sözü oluşturuyor: “Hiçbir çocuk kekeme doğmaz.”
İpi göğüsleyen Geoffrey Rush
Duvar kâğıtları sökülmüş odada yer alan eski bir kanepe, filmin tek sanatsal sahnesini oluştursa da Lional ve Bertie sıfatıyla York Dükü’nün arasında geçen konuşmalar her defasında çatışmayla sonlanıyor. Lional’ın ağız ısıtma hareketleri ve ilginç taktikleriyle Bertie ha konuştu, ha konuşacak derken tahmin ettiğimiz gibi hikâye de sona ulaşıyor. Kralın kontrollü bir şekilde kekelemeden bir konuşma gerçekleştirebilmesi için yapmış olduğu çalışmalara keşke daha çok yer verilseymiş filmde. Böylece sıkıcı atmosfer yerini harekete ve meraka bırakabilirdi.
Hemen burada bir parantez açarak, gerek kendine güvenen duruşu, gerekse de sergilediği azimli performansıyla Avustralyalı sempatik aktör Geoffrey Rush “En İyi Yardımcı Erkek” ödülünü alır diyorum. Her şey bir yana “The King’s Speech”te liderlerin halkın güvenini kazanabilmeleri için hitabetlerinin önemine vurgu yapılıyor. Yıl 1939 ve İngiltere savaşa hazırlanıyor. Herkesin yönetim tarafından destek ve cesaretlendirme beklediği bu dönemde VI George’un radyo konuşmasını kekelemeden başarılı bir şekilde yapması zafer havasıyla karşılanıyor. Ancak bu özellikler de ne yazık ki “The King’s Speech”in kalbimin Oscar’ı olmasına yetmiyor.
Baş döndürücü bir gerilim
Yaban mersinli çayımı yudumladıktan sonra gelelim merak ettiğim ikinci film hakkında yorumlarıma. Gerçi Twitter’da yazdıklarımı takip edenlerin çok kolay tahmin edeceği gibi “127 Hours /127 Saat” her yönüyle eleştirilmeye değer bir film olarak karşımıza çıkıyor. Şimdi “The King’s Speech”te kalabalık kadro olmasına rağmen sabahtan beri tempo sorunu var diyorum ya “127 Hours”ta da neredeyse tek başına James Franco’nun filmi götürmesine rağmen hiçbir karede bu sorunun ortaya çıkmaması bir seyirci olarak inanılmaz mutlu etti beni. Vizyona daha girmeyen yıldız yönetmenlerden Coen kardeşlerin “True Grit / İz Peşinde”ini izleyeceğiz ancak 2009 yılında “Slumdog Millionaire / Milyoner” ile adından oldukça söz ettiren Danny Boyle da “127 Hours” ile Oscar yarışında iddialı bir yapımla karşımıza çıkıyor kuşkusuz.
Toplam 94 dakikada gerçek bir olaydan yola çıkarak, deneyimli bir dağcı olan Aron Ralston’un başından geçenlerin cesur sahnelerle anlatıldığı “127 Hours” tam anlamıyla bir ‘araf’ filmi. Yukarıdan çekimlerle ilk önce bize shot yaptıran, Aron’ın bisiklet kullanma sahneleriyle başımızı döndüren Boyle, 2003 yılında Utah’ta bir kanyonun arasında kolu bir kayaya sıkışan Aron’ın yaşam mücadelesini etkileyici bir biçimde beyaz perdeye yansıtmış. Flashbacklerle geçmişle bugün arasında gidip gelen filmde, Aron’ın kötü alışkanlıklarıyla yüzleşmesi duygusal bir pencereden yansıtılmış.
En İyi Erkek Oyuncu James Franco
Kurtuluş mücadelesinde soğukkanlı bir şekilde davranan Aron’ın en sinirli hallerini bile kameraya çekmesi, kendi kendisine konuşarak moral depolaması, dar ve kapalı mekânın sıkıcı bir atmosferden çıkmasına neden olmuş. İşte burada James Franco oyunculuğunu konuşturmuş ve beklentilerin üzerinde bir performans sergilemiş. Bu nedenle “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü James Franco hak ediyor diyorum. Boyle, izleyicinin belki yağmurun yağmasıyla kayganlaşan yapıda kayanın yerinden oynayabileceğini ve Aron’ın kurtulabileceğini düşünmesi ihtimalini de hesaplamış. 127 saat boyunca Aron’ın kayaya sıkışan koluyla kurtulma planları yapması gerilimi tırmandırsa da en son kurtuluş olarak kolunu kırması ve sonrasında da kesmesi filmin tek izleyemediğim sahneleri oldu. Kan görmeye dayanamıyorum, o sahneleri yarım yamalak izleyebildim. Bir de günlerce kanyonda kalan Aron’ın yüzünde sakal çıkmaması kafama takılan bir soru işareti oldu. Bunun yanı sıra filmin sonunda Aron’ın bir yüzücü olarak yaşama devam ettiğine şahit oluyoruz. Burada da kesik kolu bariz bir şekilde görüyoruz. Ancak Aron, kolunu biraz daha yukarıdan kesmişti; son sahnedeki kol bana daha uzun gibi geldi. Ama yine de hayatın kolayca vazgeçilecek bir olgu olmadığını bizlere anlatan bir film olması nedeniyle “127 Hours” benim favori filmim oldu.
Etiketler:
127 Hours,
Colin Firth,
Danny Boyle,
Film,
Geoffrey Rush,
Helena Bonham Carter,
James Franco,
The King’s Speech,
Tom Hooper
25 Ekim 2010 Pazartesi
Seviyorsam
Nevi şahsına münhasır bir şairdir Özer Bal. Basittir, kısadır şiirleri ama bir o kadar da anlamlıdır. Eğer gerçeklerle yüzleşmekten korkan bir insansanız o anlamlar, adeta sizi peşinizden kovalar ve birden duvara çarpmış gibi olursunuz. Sonra anlamlar yoğunluğunu artırır ve anlam denizinde kaybolursunuz...
Üniversiteye gitme hayalleriyle lise sıralarını işgal ettiğim yıllarda hayatta düşünüşüyle, duruşuyla, her yönüyle örnek aldığım tek insan, edebiyat hocamın sayesinde kendisiyle tanışmıştım. O zamandan kalma benim detaylara takıntım; kelimelerin anlamlarını sorgulama, derinliğine inme, hissetme telaşım… “Ben seviyorsam sen bahanesin” demeyi o zaman öğrenmiştim.
Ve bugün aklıma geldi bu şiir işte. Daha çok okunsun, bilinsin istedim!
Seviyorsam
Nasılsa öyle yaşanacaktı
Söylenecek bir bahane hep vardır
Ha bugün yalnız
Ha günün ötesi
Seni sevmek
Beni harcamak olmayacaktı.
Sana yüklediğim anlamları
Senmişsin gibi düşünme
Aldanırsın.
Sen o anlamlarda
Sadece bende varsın.
Ben seviyorsam
Sen bahanesin.
Özer Bal
17 Ekim 2010 Pazar
Seni unutmayacağız!
Konuşamıyor, sadece bir canlı, nefes alıp veriyor ve bakışlarıyla, varlığıyla hayatta aslında saflığı bizlere gösteriyor.
İşte insanoğlu o kadar cani ki zavallı aklıyla kendini üstün sanıp bir kediyi elini kolunu sallaya sallaya öldürebiliyor.
Bu hakkı kendisinde görüyor.
Bir de öyle lanet bir düzen var ki o cani sadece yaptığıyla kalıyor.
Hiçbir ceza almıyor.
Ama bir kediyi can çekiştire çekiştire öldüren caninin insanları katledebilecek bir yüreğe sahip olduğu unutuluyor.
Dileğim şudur ki o yürek ömür boyu can çekişsin.
Tüm insanlığın laneti üzerinde olsun!
İşte insanoğlu o kadar cani ki zavallı aklıyla kendini üstün sanıp bir kediyi elini kolunu sallaya sallaya öldürebiliyor.
Bu hakkı kendisinde görüyor.
Bir de öyle lanet bir düzen var ki o cani sadece yaptığıyla kalıyor.
Hiçbir ceza almıyor.
Ama bir kediyi can çekiştire çekiştire öldüren caninin insanları katledebilecek bir yüreğe sahip olduğu unutuluyor.
Dileğim şudur ki o yürek ömür boyu can çekişsin.
Tüm insanlığın laneti üzerinde olsun!
26 Ağustos 2010 Perşembe
İstanbul Modern‘den sinema şenliği
"Lila Lila"dan bir kare
Macar Filmleri Haftası’nın ardından bir güzel haber de İstanbul Modern Sinema’dan geldi. Goethe-Institut İstanbul işbirliğiyle 23-30 Eylül tarihleri arasında İstanbul Modern Sinema, “Transit Hayatlar” başlığı altında, ilk gösterimi son bir yıl içinde gerçekleşen Alman filmlerinden bir seçki sunuyor. Şimdiden eylül ayını iki güzel etkinlikle dolu dolu geçireceğimiz anlaşılıyor. Program hakkında hemen bilgi vermek gerekirse öncelikli olarak şunu söylemekte fayda var. Program, izleyicinin karşısına ilk kez Berlin, Cannes, Venedik, Toronto, Sundance gibi festivallerde çıkan filmlerden oluşuyor. Açılışı ise “Goodbye Lenin!” ile yakından tanıdığımız Almanya’nın ünlü genç aktörü Daniel Brühl’ün başrolde oynadığı Alain Gsponer’in yönettiği “Lila Lila” filmi yapıyor.
Programda yer alan diğer filmler ise şunlar:
*Geçtiğimiz yıl “Bulutların Üstünde” ile başarı kazanan Andreas Dresen’in senaryosunu yazdığı “Votka ile Viski”.
*Psikolojik bir dram olan “Yerçekimi / Schwerkraft”.
* Thomas Arslan’ın gerilim yüklü cinayet filmi “Gölgede / Im Schatten”.
* Angela Schanelec’in yönettiği; Paris Orly Havalimanı’nın bekleme salonunda iki saat içinde gelişen olayların anlatıldığı aktarmalı hayatlar ve ilişkiler üzerine yenilikçi bir deneme olan “Orly”.
23 Ağustos 2010 Pazartesi
Macar filmleri İstanbul’da
Malumunuz Macaristan’a özellikle de Budapeşte’ye büyük bir ilgi duymaktayım. Gezip gördüğüm yerler içerisinde beni en çok etkileyen, kültürüyle büyüleyen, sokaklarıyla içine çeken şehirlerin başında geliyor Budapeşte. Onun için bu şehrin bende her zaman yeri ayrı. Bugün de güzel bir haber aldım. Sıcağı sıcağına hemen sizlerle paylaşmak istedim. Türk Sinema Vakfı (TÜRSAV) tarafından gerçekleştirilen “İstanbul/Pecs/Essen-Ruhr Sinemasal Buluşma - 2010” projesi kapsamında 10 ve 16 Eylül tarihleri arasında Beyoğlu Sineması ve Kartal Sanat Tiyatrosu Kültür Merkezi’nde Macar Filmleri Haftası düzenleniyor. Çağdaş Macar sinemasının ustalarıyla 2000’li yıllara damgasını vuran genç kuşak yönetmenlerin filmlerinden oluşan bir seçki, sinemaseverlerle buluşturulacak bir hafta boyunca. Ben hemen hangi uzun metraj filmlerin ve belgesellerin gösterileceğini söyleyeyim sizlere:
Uzun metraj filmler
Diana Groo’nun “Vespa”
Krisztina Goda’nın “Bukalemun / Chameleon”
Ferenc Török’ün “Doğu Şekeri / Eastern Sugar”
Csaba Bollok’un “Iska’nın Yolculuğu / Iska’s Journey”
Peter Gardos’un “Eşek Şakası / Prank”
Attila Gigor’un “İz Sürücü / The Investigator”
Bela Paczolay’in “Maceraperestler /Adventurers”
Csaba Bereczki’nin “Hayat Şarkısı / Song of Lives”
Belgesel kategorisi
Zsuzsa Böszörményi ve Kai Salminen’in “Son Otobüs Durağı / Last Bus Stop”
Emőke Konecsny’in “Gogo & George”
Sándor Mohi’nin “Dua / The Prayer”
Márton Szirmai’nin “Batan Köy / The Sinking Village”
Lívia Gyarmathy’nin “Küçük Balık… Büyük Balık… / Little Fish... Big Fish...” György Szomjas’ın “Doğu Rüzgarı: Bir Film / Eastern Wind: The Film”
Projenin ilerleyen safhalarını ise Ekim 2010’da Almanya’nın Essen kentinde düzenlenecek “Türk Filmleri Haftası” ve Kasım 2010’da İstanbul’da düzenlenecek “Alman Filmleri Haftası” oluşturacak. Ayağımıza gelen bu güzel etkinlik için hayatta kaçırılmaz diyoruz…
Detaylı bilgi için: www.sinemasalbulusma.org
Uzun metraj filmler
Diana Groo’nun “Vespa”
Krisztina Goda’nın “Bukalemun / Chameleon”
Ferenc Török’ün “Doğu Şekeri / Eastern Sugar”
Csaba Bollok’un “Iska’nın Yolculuğu / Iska’s Journey”
Peter Gardos’un “Eşek Şakası / Prank”
Attila Gigor’un “İz Sürücü / The Investigator”
Bela Paczolay’in “Maceraperestler /Adventurers”
Csaba Bereczki’nin “Hayat Şarkısı / Song of Lives”
Belgesel kategorisi
Zsuzsa Böszörményi ve Kai Salminen’in “Son Otobüs Durağı / Last Bus Stop”
Emőke Konecsny’in “Gogo & George”
Sándor Mohi’nin “Dua / The Prayer”
Márton Szirmai’nin “Batan Köy / The Sinking Village”
Lívia Gyarmathy’nin “Küçük Balık… Büyük Balık… / Little Fish... Big Fish...” György Szomjas’ın “Doğu Rüzgarı: Bir Film / Eastern Wind: The Film”
Projenin ilerleyen safhalarını ise Ekim 2010’da Almanya’nın Essen kentinde düzenlenecek “Türk Filmleri Haftası” ve Kasım 2010’da İstanbul’da düzenlenecek “Alman Filmleri Haftası” oluşturacak. Ayağımıza gelen bu güzel etkinlik için hayatta kaçırılmaz diyoruz…
Detaylı bilgi için: www.sinemasalbulusma.org
Etiketler:
Budapeşte,
Bukalemun,
Film,
Krisztina Goda,
Macaristan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)