
Her insanın hayalinde kendi zevk ve bakış açısına göre şekil vermek istediği bir ev vardır. Herkesin kendi evini istediği şekilde inşa ettiği düşünüldüğünde ise estetik açıdan bu durumun ne kadar mümkün olacağı hakikaten düşündürücü. Ama sanatçı Friedensreich Hundertwasser için hayallerdeki evi yapmak mümkündü. Hundertwasser’in 1958 yılında kaleme aldığı “Küf Manifestosu”nda işte tam da bu noktayı dile getirdiğini görüyoruz.
Herkesin bina yapabilme özgürlüğünü savunan ve ancak bu şekilde mimarlığın sanat olabileceğini düşünen Hundertwasser, kendi evini de bu bakış açısıyla oluşturmuş: Yasakların önünde durarak, özgür bir şekilde mimaride genel geçer kuralları yıkmış ve tamamen bireysel bir yapı ortaya çıkarmıştır. Düz çizgilerin sıradanlığından sıkılarak, oval çizgilerin yaşam bulmasına olanak tanıyan Hundertwasser, böylece evlerin duvarlarının, pencerelerinin ve balkonlarının alışılmışın dışında farklı formlarda sergilenebileceğini de kanıtlamıştır; 250 adet ağaçla terasların yeşillendirildiği Hundertwasserhaus’ta toplam 52 adet daire ve 4 adet dükkanın benzersizliği gibi…

Çalışmalarını açıklarken “Regentag” (yağmurlu gün) sözcüğüne de yer veren Hundertwasser, yağmurlu günlerde eserlerinde kullandığı renklerin daha iyi algılanabileceğini düşünmüş. Özellikle Viyana’da gerek iklim şartlarından gerekse de binaların renklerinden kaynaklanan gri atmosferin hakimiyeti hesaba katıldığında; Hundertwasserhaus’un rengarenk duruşuyla şehre canlılık kattığı bir gerçek. Sanatçının bir de Alsergrund'da bulunan bir çöp fabrikasının dış yüzeyine farklı formlarda getirdiği bir sanat anlayışı vardır ki o da görülmeye değer.