30 Mayıs 2009 Cumartesi

A. Kadir'den bir Nâzım Hikmet anısı

Sandal ağacı tütsümün etkili kokusu açık kalan balkon kapısından dışarıya doğru süzülürken Moody Blues’un “Melancoly Man” parçası da bitmek üzereydi. Gayet sessiz bu cumartesi gününde bir taraftan araştırma yapmak, yeni şeyler öğrenmek, sevdiğim müzikleri dinlemek, notlar düşmek, bir şeyler karalamak hakikaten beni dinlendiriyor...


Kitap raflarından büyük bir heyecanla aldığım okunması gereken kitaplar da bir taraftan bana bakıyor. Açıkçası hangisini ilk önce okuyacağımı bilemiyorum çünkü hepsi birbirinden güzel. Tuhaf bir duygu kaplıyor içimi… Her birinin içinde yer alan farklı dünyaları okumak, bilmek, olaylara şahit olmak gerçekten ayrı bir duygu… Diğer tarafta, dışarıda hızla akıp geçen bir hayat varken bu sakinlik içerisinde bir nevi ‘alıp başını dinleme’ de denilebilir benim bu durumuma.


Şimdi elimde dün okumaya başladığım ve severek devam ettiğim A. Kadir’in anılarını kaleme aldığı ‘1938 Harp Okulu Olayı ve Nâzım Hikmet’ (Can Yayınları) kitabı var. Anı kitaplarını oldum olası sevmişimdir. Ayrıca yaşanmış olayların canlı tanıklar ağzından kaleme alınmasını; gerçeklerin daha farklı boyutlarıyla dile getirilmesini hep bir önemsemişimdir. Asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir’in daha çok şiir kitapları bulunuyor. En önemlisi Azra Erhat’la birlikte Homeros’tan yaptığı İlyada ve Odysseia çevirileri ise yazara birçok çeviri ödülü kazandırmış.


Üç bölümden oluşan kitapta Harp Okulu öğrencisi olan A. Kadir, o dönemin zor koşullarında edebiyat ve felsefeden konuşabildiği bir avuç arkadaşıyla beraber yaşadığı olaylar zincirini anlatıyor. Hiçbir gazetede yer almayan bu olayları A. Kadir, Nâzım Hikmet’in arkasından bir ağıt şeklinde yazmamış. Nâzım Hikmet’i okumakla, onunla ilişkiye geçmekle ve yabancı devletlerin ajanı olmakla suçlanan bu arkadaşların yaşam öyküsünün tek canlı tanığı olarak günümüzde de bilinmesini istemiş. Kitabın üçüncü bölümünde Nâzım Hikmet’in ağzından dinlenilen şiirler ve türküler de bulunuyor. Ben de onlardan bir tanesine yer vererek, satırlardaki yolculuğuma devam ediyorum…

Bugün Pazar,
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa
Gökyüzünün bu kadar benden uzak,
bu kadar mavi,
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum.
Dayadım sırtımı beyaz duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım.

Nâzım Hikmet

25 Mayıs 2009 Pazartesi

R&B'de Jazmine Sullivan farkı

1980’li yıllarda baskın bir şekilde Whitney Houston’ın öncülüğünde gelişen R&B (Rhythim and Blues) müzik türünün popülaritesinin günden güne arttığını ve birçok türün önüne geçtiğini görüyoruz. Kendimden örnek vermem gerekirse -tabi ki Whitney Houston’ı es geçerek- ilk başlarda sıcak bakmadığım bu türü, son yıllarda ortaya çıkan başarılı çalışmalarla sevmeye başladım diyebilirim. Kimi zaman alışveriş merkezlerinde kimi zaman da yolda giderken dinlediğimiz radyolarda sıkça rastladığımız bu tür, sizce de kanımızı kaynatmıyor mu?

***

Hemen unutmadan Mary Jane Blige’den bahsetmek istiyorum ki; insanı vurgun yemişe çeviren özellikle “No More Drama” parçası müthiş güzel. 1990’lardan başlayarak günümüze kadar damgasını vuran hip hop, soul ve R&B tarzda unutulmaz eserler ortaya koyan sanatçının parçaları daha uzun yıllar müzik listelerinin ilk sıralarında yer alacağa benziyor.


***

Caz, soul ve R&B karışımı yaptığı müzikle çıkış şarkısı olan “Stronger Than Me” ile gönülleri fetheden ve geçen yıl da Grammy Ödülü’nü alan Amy Winehouse’un rakipleri bir taraftan koşar adımlarla geliyor. Bu rakiplerden biri de Jazmine Sullivan.

***

“Fearless” albümündeki ilk single’ı “Need U Bad” ile iyi bir çıkış yakalayan sanatçının ikinci single’ı “Bust Your Windows” da beklenen ilgiyi kısa zamanda gördü. Sanatçının “My Foolish Heart” ve “Live a Lie” parçaları dinlemeye değer. Müzik yolculuklarında farklılıklar güzeldir diyerek, R&B’nin ruhunu iyi keşfetmeler…


24 Mayıs 2009 Pazar

Hundertwasser’in evi

Renk, mimari ve asimetri denilince hemen aklıma Viyana’daki Hundertwasserhaus geliyor. Viyana’nın şehir haritasını elime aldığımda kesinlikle gezilmesi görülmesi gereken yerlerden biri olarak gösterilen bu eserin adı, Viyana Üniversitesi’nde sempatik tavırlarıyla bana Almanca’yı sevdiren Franz Oberhauser’in derslerinde de sık sık geçiyordu. Her dersin sonunda Oberhauser, öğrencilere “Dersten sonra ne yapacaksınız?” sorusunu yöneltiyordu. Almancamızın gelişmesi için sorduğu bu ve buna benzer sorulara artık Kegelgasse’de bulunan Hundertwasserhaus’a (Yüzsular Evi) gitme zamanı geldiğini söylediğimde mimariden açılan konu, suratımızda keyifli bir ifade bırakarak sürüp gitmişti; hiç unutamıyorum.

Her insanın hayalinde kendi zevk ve bakış açısına göre şekil vermek istediği bir ev vardır. Herkesin kendi evini istediği şekilde inşa ettiği düşünüldüğünde ise estetik açıdan bu durumun ne kadar mümkün olacağı hakikaten düşündürücü. Ama sanatçı Friedensreich Hundertwasser için hayallerdeki evi yapmak mümkündü. Hundertwasser’in 1958 yılında kaleme aldığı “Küf Manifestosu”nda işte tam da bu noktayı dile getirdiğini görüyoruz.

Herkesin bina yapabilme özgürlüğünü savunan ve ancak bu şekilde mimarlığın sanat olabileceğini düşünen Hundertwasser, kendi evini de bu bakış açısıyla oluşturmuş: Yasakların önünde durarak, özgür bir şekilde mimaride genel geçer kuralları yıkmış ve tamamen bireysel bir yapı ortaya çıkarmıştır. Düz çizgilerin sıradanlığından sıkılarak, oval çizgilerin yaşam bulmasına olanak tanıyan Hundertwasser, böylece evlerin duvarlarının, pencerelerinin ve balkonlarının alışılmışın dışında farklı formlarda sergilenebileceğini de kanıtlamıştır; 250 adet ağaçla terasların yeşillendirildiği Hundertwasserhaus’ta toplam 52 adet daire ve 4 adet dükkanın benzersizliği gibi…


Çalışmalarını açıklarken “Regentag” (yağmurlu gün) sözcüğüne de yer veren Hundertwasser, yağmurlu günlerde eserlerinde kullandığı renklerin daha iyi algılanabileceğini düşünmüş. Özellikle Viyana’da gerek iklim şartlarından gerekse de binaların renklerinden kaynaklanan gri atmosferin hakimiyeti hesaba katıldığında; Hundertwasserhaus’un rengarenk duruşuyla şehre canlılık kattığı bir gerçek. Sanatçının bir de Alsergrund'da bulunan bir çöp fabrikasının dış yüzeyine farklı formlarda getirdiği bir sanat anlayışı vardır ki o da görülmeye değer.

22 Mayıs 2009 Cuma

Hayata dair

"Hayatımız boyunca her gün ve her saat, değişen ve değişmeyen benliklerimizi değişen ve değişmeyen şartlara uydurmaya çalışırız; aslında yaşam bir uyum sağlama sürecinden başka bir şey değildir; bu süreçte küçük bir hata yaparsak budala, göze batacak türden bir hata yaparsak deliyizdir; bu süreci bir süreliğine ertelersek uyur, çabalamaktan bütünüyle vazgeçersek ölürüz.”

Samuel Butler, The Way of All Flesh, London, 1936, s. 289.

19 Mayıs 2009 Salı

Rahat uyu Türkan Hocam! Soru işaretleri boynumuzda takılı

Gün 19 Mayıs 2009. “Güneş Umuttan Şimdi Doğar” sloganıyla bugün son yolculuğuna uğurlandı Prof. Dr. Türkan Saylan. O, her şeyden önce insandı, kadındı, anneydi, doktordu, eğitimciydi, idealisti, eşitlikten yanaydı, vatanseverdi ve inançlıydı; imkânsız diye bir söze yer yoktu hayatında. Çağdaş, aydınlık, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı, tam bağımsız bir Türkiye için hayatını bilime, eğitime ve sosyal dayanışmaya adamış; babasının tabiriyle ‘At Kızdı’. Mücadelelerle geçen bir ömre neler sığdırmadı ki: 1935 yılında dünyaya gözlerini açtı, sorgulayıcı bir çocuktu, İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra SSK Nişantaşı Hastanesi’nde Deri ve Zührevi Hastalıklar alanında uzmanlık yaptı. Öğrenciyken aşık oldu, çok sevdi, evlendi, iki çocuk dünyaya getirdi, tüberküloz geçirdi, ağır ameliyatlar oldu, o haliyle çocuklarını büyüttü, şiddet gördüğü için eşinden boşandı. İkinci eşi heykeltıraştı, çalışmamasını isteyince ayrılığı tercih etti.

Kimsenin dokunmaya cesaret edemediği cüzzamlı (Lepra) hastalarla tek tek yakından ilgilendi. Bu nedenle cüzzamlı hastaları tespit edebilmek ve hastalıkla mücadele edebilmek için Türkiye’nin her yerini adım adım gezdi. Hastalarına gösterdiği pozitif bakış açısıyla bu mücadelede büyük adımlar atan Saylan, Cüzzamla Savaş Derneği ve Cüzzamla Savaş Vakfı’nı kurdu. Bu alanda yapmış olduğu çalışmalar nedeniyle 1986 yılında “Uluslararası Gandhi Ödülü”ne layık görüldü. Saylan'ın başarılı çalışmaları dünyanın da gözünden kaçmadı. Dünya Sağlık Örgütü’nün Lepra danışmanlığını, Uluslararası Lepra Birliği’nin kurucu üyeliğini yaptı. Sosyal dayanışma anlayışıyla 1989 yılında kurduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) vasıtasıyla ilkokul, lise, üniversite ayırmadan binlerce öğrenciye burs verdi, sadece okullar ve yurtlar yaptırmakla kalmadı, bilgisayar, okul araç ve gereçleri gibi birçok ihtiyacı da karşılayan projelere imza attı.

Mücadelelerle geçen bir hayat dedik ya; bu sefer 1986 yılında meme kanserine yakalandı. Ameliyat ve kemoterapinin ardından kurtuldu. Ancak kanser, 2002 yılında tekrar kapısını çaldı. Karaciğerini hedef alan kanserle mücadeleye yeniden başlayan Saylan'ın Ergenekon soruşturması kapsamında evi arandı hem de “darbeye destek”ten!!! Yorgun bir beden ve yapılan haksızlıklar ağır gelmişti bu sefer. Ve üzerindeki bu yükü daha fazla taşıyamadı, sevenlerini öksüz bırakıp sonsuz uykuya daldı.

O kadar çok yere ulaşmıştı ki eminim birçok kişi kendisiyle tanışmış ya da en azından kendisini görme fırsatını yakalamıştır. Ben de kendisiyle birebir 2006 yılında tanışma fırsatını yakalamıştım. O dönem İTÜ Vakfı Dergisi’ne hazırladığımız özel bir dosya haber için Saylan’ın görüşlerini almıştık. Her işini planlı ve zamanlı yapan Saylan, yoğun programına bizi de dahil etmişti. Saylan için zaman kavramı hakikaten çok önemliydi, not defterini yanından ayırmazdı. Hayata dair engin deneyimleriyle, tarihi ve güncel konular hakkındaki bilgisiyle, izlediği filmlere getirdiği farklı yorumlarla ve akıcı Türkçesiyle sorularımıza samimi cevaplar vermişti. Adeta kendisine hayran bırakmış, kendime “Ben ne kadar yararlı insanım?” sorusunu sordurtmuştu. Özellikle Anadolu’da kız çocuklarının okula gönderilmesi için düzenledikleri çalışmaları, yaptırdıkları okulları anlatırken gözlerinin içi gülüyordu. Hedefi 100 bin kız çocuğuna ulaşıp okula göndermek, bir meslek sahibi yapmaktı. Okul öncesi eğitime de önem veriyordu. İstiyordu ki herkes dünyaya 360 dereceden baksın, başka dünyaları da tanısın, bilsin, el uzatsın. Kentli ve köylü çocukları kaynaştıran projelere imza atarak, her sorunun eğitimle çözüleceğine inanıyordu. Her yaptığı işi gönülden isteyerek ‘severek’ yapıyordu. En sinir olduğu şey ‘otorite’ydi: “Ben otorite düşmanıyım. Hiçbir gün hiçbir kişiye bağırmadım, hiç kimseyi kovmadım. Kim oluyorum da ona bağırıyorum. Birine bağırıp çağıramam. Konuşarak anlaşırım. ‘Bu, yanlış mı doğru mu?’ diye birlikte karar vermeye çalışırım.”

Onun için paylaşmayı bilmek çok önemliydi. Eksiği tamamlamak, kısacası halden anlamak. Aslında çok zordu işi. Bir taraftan Anadolu insanının ne kadar değerli olduğunu da anlatmaya çalışıyordu. Ama zoru başarmayı seviyordu. Zorluklar karşısında göstermiş olduğu azimli ve kararlı duruşu eminim ki bugün binlerce gence model oldu. Şimdi ne olacak diye sorular gelmesin akıllara. Bu kadar yapılan işin ardından tabii ki yeni projeler hayata geçirilecek, kız çocukları okuyacak, hedef sayıya ulaşılacak. Mesaj gayet net. Rahat uyu Türkan Hocam! Soru işaretleri boynumuzda takılı.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Röportaj ve söyleşi arasındaki farklar


Gazetecilerin günlük haber koşuşturmasından bir an için kendilerini çekerek, detaylarda gezinmelerine yardımcı olan, özel konulardan derin anlamlar çıkarmayı böylece hedef kitlenin daha çok dikkatini çekmeyi sağlayan en güzel yazım türü şüphesiz röportajdır. Her şeyden önemlisi haber ileten, bilgi aktaran, bütünüyle gerçeklere odaklı, öznel bir biçimde ele alınan röportajlar, yalın ve basit bir dille yazılır. Anlatımın zenginliği için oldukça fazla gözlem ve izlenim gerekmektedir. Bunun için dört duvar arasında yazılmaz. Olayın yaşandığı yerde gazetecinin nefes alması gerekir. Anlatımın canlılığı için insanların sözlerine de yer verilir.

Ayrıntılar her zaman önemlidir; anlatılmak istenen öykünün doğal anlatımından kopmadan yazılmayanı yazmak, konu bütünlüğünü sağlamak ustalık ister. Asla bir haber gibi hiyerarşik düzen içinde yazılmaz; bir oyun gibi kurgulanır, dil cambazlığına elverişlidir. Bunun için betimlemelere, alıntılamalara, yansıtmaya oldukça yer verilir. Zaman zaman devrik cümleler kullanılabilir. Şimdiki zamanda ve di’li geçmiş zamanda yazıldığında sıcaklığı artar. Okuyucuda merak ve heyecan uyandırır. Girişin ve sonucun okuyucunun dikkatini çekebilmesi için oldukça etkili olması gerekir. Savcı rolüne girmeden tanıklıklar sergilenmelidir. Telefonda asla röportaj yapılmaz. Röportaj türünün en iyi örneklerini Türkiye’de yazar Yaşar Kemal ve izlenimleriyle de gazetelere diziler hazırlayan Fikret Otyam vermiştir.



Röportajın söyleşiyle arasındaki en büyük farkı, öyküleme tekniği ve öznelliğidir. Açıkçası her iki teknik de okuyucuya farklı tatlar sunmaktadır. Söyleşi, soru cevap şeklinde yayınlandığından; istenilen bilgilerin kaynaktan doğru bir şekilde alınabilmesi amacıyla gazetecilerin çok iyi bir ön hazırlık yapması gerekmektedir. Gazetecilerin konuşmaya başladıklarında bir amacı olmalıdır ve buna sadık kalmalıdırlar. Sorular kısa, net ve anlaşılır olmalıdır. Söyleşiyi yapan gazeteciler, hiçbir zaman kaynağı kendi düşünceleri çerçevesinde yönlendirmemeli ve yorum yapmamalıdır. Söyleşide ‘ben’ kullanılmaz. Yüz yüze yapılmalıdır. Burada da ilk ve son cümleler vurucu olmalıdır. Bunun için röportaj tekniğiyle giriş yapılarak, sonradan soru cevap şeklinde yazılan söyleşilere sık rastlanılmaktadır. Böylece söyleşi tarzındaki yazılar, birçok yayında röportaj başlığı altında toplanıyor. Bu durum uzun zamandır gazeteciler arasında tartışma konusu oldu. ‘Hangi gazeteciler röportaj, hangi gazeteciler söyleşi yapıyor?’ diye sorulara cevaplar hala aranıyor. Özellikle bu tartışmalar, Hürriyet gazetesi yazarı Ayşe Arman’ın söyleşilerinin röportaj başlığı altında değerlendirilmesinin üzerinde yoğunlaşıyor ve daha da yoğunlaşacağa benziyor. Bu nedenle okuyucunun röportaj ve söyleşi tekniğinin ayırdına varması için yazıların başlıklandırılmasına özenle dikkat edilmesi gerekiyor. Yoksa bu tartışmalar, hiç bitmeyeceğe benziyor…

17 Mayıs 2009 Pazar

Suçum dünyaya gelmekti!


Çok direndim, anne karnından dışarı çıkmamaya ama vakti gelmişti artık. Sıcacık en güvenli yuvamdan kocaman bir dünyaya adım atmıştım. İlk önce gün ışığı gözlerimi acıtmıştı ve sonra içimden bir ağlamak gelmişti hem de hıçkıra hıçkıra. Her yer benim sesimle inlemişti. Herkes bana bakmak için başıma üşüşmüştü. Alnımda yumuşacık annemin eli gezinirken ağlamam durmuş, uzun bir uykuya dalmıştım.

Aradan belli bir zaman geçtikten sonra konuşacaktım, her şeyi tanımaya başlayacaktım. En önemlisi adım atacaktım. Bedenimi, kendi kendimi taşıyacaktım. Tek tek sorumluluklar alacaktım. Sonra yollara koyulacak yeni hayatlar, yeni insanlar tanıyacaktım. Üniversite okuyacaktım. Öğretmen, doktor, avukat olacaktım. Hayatı sorgulayacaktım. Arkadaş, dost, sırdaş olacaktım. Gerçekleştirmek istediğim bir sürü hayalim olacaktı. Hepsi bir bir gerçekleştiğinde havalara uçacaktım. Gökkuşağını görünce gözlerime inanamayacak, doğaya hayran kalacaktım. Belki de zaman kavramı hayatımda hiç yer almayacaktı. Öyle mutlu olacaktım ki günlerin, ayların, yılların hızla geçtiğini anlamayacaktım. Kısacası sevdikleriyle birlikte huzurlu ve mutlu, insanca bir hayattan başka bir şey istemeyecektim. Ama suçum dünyaya gelmekti!


Acaba izin verecekler miydi bana, istediğim her şeyi yapmama; istediğim her şeyi söylememe, yazmama, çizmeme, somutlaştırmama, resmetmeme, notaya dökmeme, duvara kazımama. Ne bileyim işte başka bir şekilde anlatmama…

Bir yanımda silahlar patlarken, kan davaları sürerken, töre almış başını giderken, okula gitmeye yol yokken, ailem düşmandan kaçmak için dört duvar arasını sığınak bilip dışarı çıkmazken, benden başka yedi kardeşim aynı hayalleri gerçekleştirmek isterken, hala kimlik kavgaları sürerken, doğa bile engelleri aşmaya izin vermezken, bakan gözler körken nasıl yapacaktım bütün bunları?

Küresel ekonomik dalgalanmalarla boğulurken insanlık, havada dönüp dolaşan liberal ayakların altında ‘sakın çıt çıkarma’ diye tehditler varken, sorunlar herkese göre farklılıklar gösterirken söyleyin nasıl yapacaktım?

Sonunda uykudan uyandığımda; ilk önce koşulsuz “Suçum dünyaya gelmekti” diyecektim; çocuk olmanın, büyümenin, hayal etmenin, yararlı insan olmanın hep bir umuduyla…

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Thomas More ile Erasmus’un dostluğu


İdeal devlet yapısını ele aldığı ‘Ütopya’ kitabıyla öğretileri asırlardır tartışma konusu olan Thomas More, hümanist bir düşünür ve devlet adamı olarak 1477 ve 1535 yılları arasında yaşamını sürdürdü. Krallık baş danışmanı Kral VIII. Henry’yi İngiltere Kilisesi’nin başı olarak tanımadığı için boynu vurulmuş ama Papa XI. Pius tarafından azizliğe yükseltilmiştir. 1515’te bir İngiliz-Flemenk ticaret anlaşmasını gözden geçirmekle görevlendirilen More, Flemenk’te başlayıp Londra’ya dönüşünde tamamladığı Ütopya’yı 1516’da Leuven’de yayımladı. Coğrafi keşiflerin yapıldığı ve dinde reformlaşmanın yaşandığı bu dönemlerde More da Yeni Dünya’nın keşfini yaptı. Kitaptaki tanımlamalara göre Britanya Adası’nı anımsatan Yeni Dünya’yı More, Raphael Hythlodeus adında bir figür üzerinden tasvir etti. Katolik dini öğretilerin ağırlık kazandığı o dönemde More’un Ütopya’yı kaleme alması büyük tartışmalara da neden oldu. Kendine özgü usta bir mizahi yanı da olan More’un en yakın arkadaşı ve dostu Erasmus’tur.

Rotterdam’da 1466 yılında dünyaya gelen Erasmus, 1536’da Basel’de hayata gözlerini yumdu. “Hiçbir şey benim doğumum kadar bedbaht olamaz” dedirtecek kadar canını yakan evlilik dışı bir doğum, küçük yaşta ebeveynlerini kaybetmek, vasilerin elinde büyümek, özgür sanatlar ve manastır yaşamının zıtlıkları arasında yaşanan zihinsel gerilimler ve hastalanmaya yatkın bir narin bünye Erasmus’un hayatını yeterince özetliyor. Erasmus’un edebiyata, felsefeye, Latince ve Yunancaya olan düşkünlüğü hiçbir ülkeye, hiçbir dile bağlanmayıp bütün dünyayı kendi yurdu olarak görmesini sağlıyor. Vasilerin isteği doğrultusunda uzun yıllar manastırda kalan Erasmus, boş vakitlerinde edebiyatla ilgilendi. Kuzey Fransa’nın Cambrai Piskoposu Henrik van Bergen Erasmus’un kurtarıcısı oldu. Paris’e giderek, Yunancasını geliştiren ve ilahiyat çalışmalarını sürdürmeyi planlayan Erasmus, Piskopos’tan gereken izni almayı başardı. Oradan İngiltere’ye giden Erasmus, hümanist âlimlerle yakın dostluklar kurdu. Bu dostluklar Erasmus’un Thomas More’la tanışmasına vesile oldu. Daha sonra Avrupa ülkelerinde mekik dokuyan Erasmus, Padua, Bologna, Venedik, Roma, Paris, Louvain, Cambridge, Freiburg, Basel gibi şehirlere gitti. Gittiği ülkelerin üniversitelerini ziyaret ederek, kütüphanelerinde dolanan Erasmus, sürekli yeni çalışmalar ortaya koydu.

Yukarıda da bahsedildiği gibi Erasmus’un ruhunu en çok besleyen Thomas More olmuştur. Hatta iki düşünür o kadar iyi anlaşıyorlardı ki birlikte Lucianus çevirileri yaparak, aralarında sıcak sohbetler gerçekleşiyor ve samimi mektuplaşmalar oluyordu. Bu güzel dostluğun anısına Erasmus, 1509 yılında Deliliğe Övgü eserini Thomas More’a ithaf etti. Thomas More’un soyadının Latinceleştirilmiş adı Morus ve Yunancalaştırılmış adı delilik anlamına geliyordu. Böylece Erasmus, dostunun adını eserin başlığı yaptı. Erasmus eserini 1506-1509 yılları arasında kaldığı İtalya’dan İngiltere’ye dönünce kaleme aldı ve Thomas More’un Bucklersbury’deki ikametgâhında bir hafta içinde bitirdi. Erasmus eserinde delilik yani bilgeliği övmekte; soytarılığa ve budalalığa da sövmektedir. Buradaki asıl anlatılmak istenen ise bilge gibi görünen ama aslında olmayan, deli gibi görünen ama aslında olamayanlara doğru yolu göstermektir.


“O halde ölümlülerin bütün yaşamı bir çeşit masaldan başka nedir, birilerinin, başka birilerinin maskelerini takarak sahneye çıktığı, yönetmenin sahneyi terk etmelerini emrettiği ana kadar herkesin kendine düşen rolü oynadığı bir çeşit masaldan? Yönetmen bir oyuncuya kostümünü değiştirip sahneye çıkmasını emreder, böylece demin mor giysileri içinde kralı oynayan, az sonra paçavralar içinde bir köleciği oynar. Her şey bir gölgeden ibarettir ama bu masalı oynamanın başka yolu yoktur” der Erasmus, ‘Deliliğe Övgü’ kitabında.


* Erasmus, Deliliğe Övgü, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2009.
* Thomas More, Ütopya, İstanbul, Bordo-Siyah Klasik Yayınlar, 2004.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Yayılma hastalığı

Bir tür alışkanlıktır: İşten ya da herhangi bir yerden gelindiğinde çantayı bir kenara koyarak, kıyafetlerin hızlı bir şekilde değiştirilmek istenmesi, ayakkabıların gelişigüzel konulması… Bir de yorgunluk çökmüşse omuzlara; gözler, hiçbir şey görmez. Hatta kimi zaman kapının dışında bile anahtarlarını unutanlar olabilir. Sonra bu alışkanlıklar, başka şekilde kendisini gösterir: Mutfakta dünden kalan kirli tabak ve bardaklar, sabah mahmurluğuyla toplanması üşenilen yatak, raftan tek tek çıkarılan kitapların yerlerde gezmesi, gün gün biriken gazeteler vs. Bazı insanlar daha da ileri gider; Necati Cumalı’nın “Devetebanı” oyununda bahsettiği gibi dayanılmaz bir hal alır: “Bir sabah daire kapınızı açınca karşı komşunuzun ortak merdiven sahanlığına bir ayakkabı dolabı yerleştirdiğini görüyorsunuz ya da merdivenin bir basamağında çiçek saksıları! Apartmanınızın sığınağı bütün komşularınızın aşınmış otomobil lastikleri, kırık dökük eşyalarıyla dolu (…)” Böyle yaşamaya alışmış insanlar için inanın durum gayet normaldir!!!


Bir de bunun kamusal alan sendromu vardır a dostlar! O da hiç çekilmez. Güllük gülistanlık bir günde yapacağınız bir otobüs, tren, vapur hatta uçak seyahatinde bu insanlar sizi rahat bırakmaz. Adeta ben geldim diye yakanıza da yapışabilir, pişkin bir şekilde. Özellikle otobüste ayakta bekleyen engelli, yaşlı, çocuklu kadın gözetmeksizin hala yerinde oturanlar, uyuma taklidi yapanlar, çoluk çocukla binerek birden fazla koltuğa abananlar, yanında birisi oturmuyormuşçasına iki koltuğa yayılmaya çalışanlar günlük moralinizi bozmaya yeterli olabilir… Böylelikle ortak yaşam alanlarımız “yayılma hastalığı”na tutulmuş insanlar nedeniyle dayanılmaz bir duruma gelir. Hayatı kolaylaştırmaya çalışmak için kimsenin çaba göstermemesi de bu durumu daha da kötüye götürüyor. Oysa çözüm yolu çok basit. Her çaresi olan hastalık gibi yayılma hastalığının da çözümü var. Çözüm başta eğitimden geçiyor.

Cumalı da dramatik bir şekilde yazdığı “Devetabanı” oyununda yayılma hastalığı olan insanların bu tür kusurlarını gülerek ve eğlenerek ortaya koymaya çalışmış ve en olumlu iyileştirme yolunu kullanmış. Oyunun konusu şöyle: “38 yaşındaki gazeteci-yazar İlter Tezcan, kitapları ve plakları arasında okuyarak, yazarak, müzik dinleyerek, gürültüsüz, patırtısız yaşayacağı bir ev satın alır. İlter’in arkadaşı Serdar, ev hediyesi olarak kocaman bir devetabanı getirir. Bin bir zorlukla yer bulunan devetabanı, her zaman evin sorunu olur. İlter’in evlenmesi ve eve gelen yayılma hastalıklı arkadaşlar nedeniyle düzenin bozulmasıyla devetabanı bu gidişata alışamaz ve kurur.” Ortamdaki yaşanılamaz boyuta gelen değişikliklerin bir çiçek üzerindeki etkisinin ortaya konulduğu bu hikâye, aslında bizlerin de “yayılma hastalığı”na kapılmış insanlarla yaşanılamaz boyuta gelen durumumuzu en güzel şekilde ortaya koyuyor…

12 Mayıs 2009 Salı

Çaresizseniz Çare Sizsiniz

Geçen pazar günü “Behçet Necatigil’i anlamak” üzerine bir yazı yazmıştım. Hatta Necatigil’in şiirlerinden birkaç örneğe de yer vermiştim. Bu şiirler arasında ‘Çaresizseniz Çare Sizsiniz’ adlı şiir de vardı. Uzun bir süredir bu şiiri Behçet Necatigil’in yazdığını zannediyordum ki bugün Hürriyet gazetesi yazarlarından Doğan Hızlan’ın “Wikipedia kazaları” makalesini okuduğum da öyle olmadığını öğrendim. ‘Çaresizseniz Çare Sizsiniz’ şiiri aslında Metin Üstündağ’a aitmiş. Hızlan’ın dediği gibi internetten alınan bilgileri doğrulatmak gerekiyor. Wikipedia üzerinden yapılan yanlışlıkları ele alan Hızlan’ın vermiş olduğu örnekleri çoğaltmak elbette mümkün. Örneğin mutluluğun resmedildiği tablonun Abidin Dino’nun olduğuna dair bilgiler de nette dolaşıyor ancak tablo Dianne Dengel’e ait. Ama bu hataların kaynağını Wikipedia olarak görmemek gerek zira sözlüklerde, biyografi sitelerinde ve bloglarda yer alan yanlış bilgiler de bu hatalara neden olabiliyor. Neyse ki Hızlan sayesinde bir hatayı düzeltmiş bulunuyorum. Söz konusu şiire de tekrar yer vermek istiyorum.


Çaresizseniz Çare Sizsiniz

Sular yükselince, balıklar karıncaları yer..
Sular çekilince de karıncalar balıkları yer...
Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmemelidir...
Çünkü kimin kimi yiyeceğine.. "Suyun akışı" karar verir...

Gidene kal demeyeceksin...
Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır.
Kimseye hak ettiğinden fazla değer verme,
yoksa değersiz olan hep sen olursun...

Düşün... Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır seni sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Herşey sende başlar, sende biter...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme,
tükettirme içindeki yaşama sevgisini...

Hep hatırla: "Çaresizseniz, Çare "SİZSİNİZ"...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Ahmet Rıza Bey (1858-1930) ve Meşveret Gazetesi

1859 yılında İstanbul’da doğan Ahmet Rıza Bey, Galatasaray Sultanisi’ni bitirdikten sonra bir süre Hariciye Tercüme Odası’nda kâtiplik yapmıştır. Anadolu gezilerinde bulunan Ahmet Rıza Bey, Anadolu köylüsünün çok zor durumda olduğunu görmüş ve bunun nedenini de tarımın geriliğinden kaynaklandığını düşünerek, Fransa’da Grignon Ziraat Mektebi’ni bitirmiştir. Yurda döndüğünde önce Ziraat, daha sonra Maarif Nezareti’nde görev alan Ahmet Rıza Bey, Bursa Maarif müdürüyken görevinden istifa etmiştir. Eğitimle ilgili olarak yapmak istedikleri şeyleri gerçekleştiremeyince 1889 yılında Paris’e gitmiştir. Pozitivistlerin önde gelen isimlerinden Pierre Lafitte’nin derslerine devam eden Ahmet Rıza Bey, Paris’teki İttihat ve Terakki şubesinin başkanlığını sürdürmüştür. Karşı olduğu II. Abdülhamit yönetimine muhalefet edebilmek için çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazan Ahmet Rıza Bey, Paris’ten Abdülhamit’e gönderdiği muhtıralarla, kalkınmanın yolunun eğitim ve pozitif bilimlerin yaygınlaştırılmasından geçtiğini söylemiştir. Fakat pozitivistlerle olan ilişkisinden hiç bahsetmemiştir çünkü bu da sosyalistlik, dinsizlik gibi bir şey sayılmaktadır. 1894’te Londra’da yedi muhtıra bastırarak Abdülhamit’i uyarmaya çalışmıştır.[1]

Ahmet Rıza Bey, yurt dışındaki hareketlerinde ‘devlet kurtarma’ görüşü çerçevesinde pozitivizm anlayışını benimsemiştir. Paris’te Auguste Comte’un şakirdi olan, ona ve düşünüşüne hâkim olacak pozitivist felsefeyi öğreten Pierre Lafitte’in etkisi altında kalmıştır. Pozitivizmi 1887 yılında Türkiye’de Dr. Rabinet isminde Auguste Comte hakkında ilk yazı yazanlardan birinin kitabında keşfettiği görülmüştür.[2] Geleneksel yapıya akılcı ve bilimsel temeller getirmeyi gerekli gören Ahmet Rıza Bey, imparatorluğun dağılmasını önleyecek seçkinci otoriter bir yönetimi savunduğu için ‘adem-i merkeziyet’ ilkesini savunan Prens Sabahattin’den ayrılmıştır.

1895 yılına kadar yaklaşık altı yıl somut bir harekette bulunmayan Ahmet Rıza Bey’e Selanikli Nazım Bey, cemiyetin resmi organı olan bir derginin müdürlüğünü önermiştir. 1895’te ‘Meşveret’ in başına Ahmet Rıza Bey geçmiştir. İlk kez 1894 yılında padişah aleyhinde bir broşür yayınlayan Ahmet Rıza Bey, muhalefet çalışmalarına başlamıştır. Ertesi yıl da Halil Ganim’le birleşerek, kendi paralarıyla Meşveret gazetesini yayınlamaya başlamıştır. Böylece Avrupa’da bulunan Osmanlı sürgünlerini çevresine toplamaya başlamıştır.[3] Siyasi görüşlerini Meşveret gazetesinde çıkarma imkânı bulan Ahmet Rıza, dönemin siyasi gelişmelerine gazetede geniş yer vermiştir. “S. Akşin’e göre; Meşveret’i, Selanikli bir Yahudi olan Albert Fua, Rum Aristidi Paşa ve Lübnanlı bir Maruni olan Halil Ganem ile çıkarması onun ‘Osmanlıcı’ bir yaklaşım içinde olduğunu göstermektedir.”[4] ,

Edirne Posta ve Telgraf İdaresi'nde kâtip olarak çalışmaya başlayan Talat Paşa, genç yaşta Jön Türk hareketine ilgi duymuş ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Edirne Şubesi'ne üye olmuştur. Meşveret gazetesiyle cemiyet bildirilerinin dağıtımını üstlenen Talat Paşa, bu çalışmalarından ötürü kovuşturmaya uğrayarak 1895'te tutuklanmıştır. Bu dönemde ilk kadın gazeteci olan Ahmet Rıza Bey’in kız kardeşi Selma Rıza, 19. yüzyılın sonlarına doğru ailesinden gizli olarak İstanbul'dan kaçarak Paris'teki ağabeysinin yanına gitmiştir. Sorbonne Üniversitesi'ne giden Selma Rıza, Paris'te yaşadığı 10 yıl boyunca Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olmuştur ve Fransızca olarak Paris'te yayınlanan 'Danışma' anlamına gelen Meşveret Gazetesi’nde de çalışmıştır. Dönemin şair ve yazarlarından Süleyman Nazif de II. Abdülhamit yönetiminden kaçarak Paris’e gitmiş ve burada Meşveret gazetesinin çıkarılma aşamasında bulunmuştur.

Birçok dilde ve yerde yayınlanan Meşveret, önce ayda iki kez ve yalnızca Türkçe olarak yayınlanmıştır. Daha sonra A. Rıza Bey, Fransızca bir ilavenin de yayınlanmasını istemiştir. A. Rıza Bey, Fransız pozitivistlerin yayın organı olan ‘Revue Occidentale’de de yazılar yazmıştır. Yüksek öğrenim gençliği üzerinde etkili olan Meşveret, ‘Mechveret Supplement Français’ olarak yayınlanmıştır. İlk çıkan sayılarından itibaren Meşveret, iç sorunların çözümü için dış kuvvetlere müracaat etmenin sakıncaları üzerinde durmuştur. Meşveret'in Fransızca ekinde verilen mesajlar Batı'nın 'çifte standard'ını sorgulamıştır.

Türkçe Meşveret’te çıkan haberlerde Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sorunuyla ilgili olarak Batı devletlerinin müdahalesi, kapitülasyonlar ve Ermenilerin de ittifakını sağlamak üzere Ermeni sorununun çözümü gibi konulara ağırlık verildiği görülmüştür. Ermeni hareketlerinin İstanbul’da yarattığı gerilimli hava, yüksek bürokratlarla ulema kesimini durumdan siyasi olarak yararlanmaya itmiştir. Ortaya çıkacak olan darbe tasarılarını planlayan kadrolar, bu karmaşık ortamdan yararlanarak örgütlenmeye başlamıştır. Tutuklamaların, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul Merkezi’ni çökertmesi sonucunda bu kesimde bir iktidar boşluğu ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeyle birlikte İstanbul Merkezi, ulema ve yüksek bürokrat kesimin egemenliğine geçmiştir.[5]

Meşveret dönemin siyasi sorunlarının dile getirildiği, sosyal gruplar hakkında bilgilerin verildiği bir gazete olduğu için yönetimi tedirgin de etmiştir. Yasaklanması için Fransız hükümeti nezdinde girişimlerde bulunulmuştur. Fransız hükümetine yapılan başvuru, yetkililerce olumlu karşılanmış ve 13 Nisan 1896 tarihinde Türkçe Meşveret’in Fransa’da basımı ve dağıtımı yasaklanmıştır. Bunun üzerine A. Rıza Bey Cenevre’ye geçerek, Türkçe Meşveret’i burada basmaya başlamıştır.[6] Burada da takibata uğrayan A. Rıza Bey, Meşveret’i Brüksel’de çıkarmıştır. Belçika hükümeti, Osmanlı ile arasındaki ilişkiden dolayı gazetenin çıkmasına engel olmuştur. Belçika parlamenterlerinden M. Georges Lorand, gazetenin mesul müdürlüğünü üzerine almıştır. Yıkıcı ve bölücü fikirleri yaymaya devam etmesi sebebiyle A. Rıza Belçika’dan 1897 yılında sınır dışı edilmiştir.[7]

İttihat ve Terakki’nin diğer şubelerinde de çeşitli yayınlar faaliyet göstermiştir. Bunlar arasında Cenevre’de ‘Mizan’ ve ‘Osmanlı’ gazeteleriyle Kahire’de ‘Kanun-i Esasi’ ve ‘Hak’ gazeteleri yer almıştır. Gazeteler, Meşrutiyet’in ilan edilmesine yönelik çalışmalarda bulunmuş ve haberlerin içeriklerini bu doğrultuda yayınlamıştır. Cemiyetin faaliyetleri hakkında ve yapılacak olan çalışmalar hakkında bilgilerin yer aldığı Meşveret’in 3 Aralık 1895 tarihli sayısında bir program yayınlanmıştır. Programla Osmanlı hanedanını devirmeyi amaçladıklarını, bu amaçla şiddete karşı olduklarını, şu ya da bu millet için değil bütün Osmanlılar için ıslahat istediklerini, doğulu medeniyeti muhafaza ederek, Batı’dan yalnızca bilimsel evrimin hazmedilebilecek ve halkları hürriyet yolunda ilerletebilecek nitelikteki genel sonuçlarının alınmasını istediklerini belirtmişlerdir. Osmanlı otoritesi yerine yabancı güçlerin müdahalesine karşı olduklarını belirtmiş ve mücadelelerine bağnaz düşüncelerden arınmış Avrupalıların yardım etmelerini de istemişlerdir.[8]

Osmanlı Devleti’nin siyasi ve ekonomik açıdan çöküş sürecinde olmasını Abdülhamit’in tutumuna bağlayan cemiyet, devletin ilerlemesinin ve çöküşün önüne geçilmesi için Abdülhamit’in tahtan indirilerek, yerine daha çağdaş bir yönetim kurmayı amaçlamıştır. Çağdaş eğitim kurumlarından yetişenlerin ağırlıkta olduğu, eşitliklerin çiğnenmediği bir yönetim anlayışının olması gerektiğini savunan cemiyet, bütün inkılâpçıların desteğini almıştır. Meşveret'in A. Rıza Bey’in yönetiminden çıktığı için cemiyetin genel anlamda görüşlerini yansıtıp yansıtmadığı tartışma konusu olmuştur. Meşveret’te ‘Kanun-u Esasi’ ve ‘Meşrutiyet’ten hiç söz edilmemiştir. A. Rıza Bey, kitabında özellikle Türkçe ‘Meşveret’te yayınlanan yazılarla Avrupa’nın iyi ve faydalı taraflarını belirtmeye çalışmış ancak sarayın engellemeleri sonucunda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çalışmalarının etkisiz kaldığını yazmıştır.[9] Birinci Meşrutiyet’in ilan edilmesinin ardından 1877’de açılan Meclis-i Mebusan’ın 1878 yılında kapatılmasının ardından istibdat dönemine giren Osmanlı’nın kendi istekleri doğrultusunda hareket ettiği görülmüştür. Bu Abdülhamit’in baskıcı tutumuna karşılık muhalefetin sesinin arttığı bir dönemdir.

Ziya Gökalp'in kuzeni olan Süleyman Nazif de Diyarbakır İl Gazetesi başyazarıyken 1897'de Paris'e kaçarak Meşveret gazetesinde istibdat aleyhine yazılar yazmıştır. Düşünce ayrılıklarının yaşandığı İttihat ve Terakki’de seçim geçimsizliğinin yaşanması, aydınların kendi aralarında bölünmesine neden olmuştur. Bir kısmı İstanbul’a dönen aydınlardan A. Rıza Bey ise Avrupa’daki grubun başında kalmaya devam etmiştir. İkinci Meşrutiyet ilan edilene kadar İstanbul’a dönmeyen Ahmet Rıza, Sultan II. Abdülhamit’in aleyhine faaliyetlere devam etmiş ve yazılar yazmıştır. Pozitivist bir anlayışa sahip çıkan Rıza Bey, bazı Jön Türkler tarafından dinsizlikle suçlanmış, Mizancı Murad’ın cemiyet reisliğine seçilmesi sonucu, pek çok taraftar kaybetmiştir. Ayrıca Mısır hidivi de dinsizliği tartışılan Ahmet Rıza ve arkadaşlarına para yardımını kesmiştir.[10]

II. Abdülhamit’e yönelik muhalefet çalışmalarının Avrupa başta olmak üzere Mısır ve Kafkasya’da sürmesi, Osmanlı’nın içinde gizli cemiyetlerin ortaya çıkması yönetimin bunları sıkı bir denetim altına almasına neden olmuştur. Bu baskılara karşın İttihat ve Terakki, tüm çalışmalarını bütün yurtta sürdürmüştür. 9 Haziran 1908 tarihinde Reval’de İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus çarı II. Nikola bir araya gelerek, Makedonya meselesiyle ilgilenmeleri İttihat ve Terakkilileri harekete geçirmiştir. Bu gelişmelere de dönemin gazetesi Meşveret’te yer verilmiştir. Bütün bunlardan sonra Rıza Bey, 1908 yılında İkinci Meşrutiyet ilan edilince, İstanbul’a dönmüştür. İttihat ve Terakki Partisi'nin önemli kişileri arasında ilk Mebusan Meclisi'ne İstanbul’dan milletvekili seçilmiş ve Mebusan Meclisi başkanı olmuştur. Bir müddet sonra Ayan Meclisi üyeliğine getirilmiştir. Hareket Ordusu’nun İstanbul’u işgalinden ve II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra Mebusan Meclisi’nin toplandığı Çırağan Sarayı’nda çıkan bir yangın sebebiyle itibarını kaybetmiştir.[11]

1919’da Mustafa Kemal’in isteğiyle yeni kurulacak devleti tanıtmak amacıyla tekrar Paris’e giden A. Rıza Bey, Lozan Anlaşması’ndan sonra yurda dönmüştür. A. Rıza Bey’in amaçlarını konu aldığı eserleri arasında Fransızca ve Türkçe olarak La Crise de L’Orient (1907), Tolerence Musulmane (1897), La Faillite Morale de la Politique Occidentale en Orient (1922), Hatırat, Vazife ve Mes’uliyet, Layihalar yer almıştır. Son günlerini hiçbir olaya karışmadan sürdüren A. Rıza Bey, tedavi görmekte olduğu Şişli Etfal Hastanesi’nde 26 Şubat 1930 tarihinde hayata gözlerini kapatmıştır.

[1] Nurgul Bıçakçıoğlu, 1889-1908 Yılları Arasında Jön Türklerin Siyasi Faaliyetleri ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kuruluşu, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 1992, s. 51.
[2] A. Seval Coşar, Siyasal Bir Örgüt Olarak İttihat ve Terakki ve Jön Türkler, İstanbul, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 1993, s. 19.
[3] Vahit Çabuk, Osmanlı Siyasi Tarihinde Sultan II. Abdülhamit Han, İstanbul, Emre Yayınları, 1997, s. 185.
[4] Bıçakçıoğlu, a.g.e., s. 52.
[5] Coşar, a.g.e., s: 19.
[6] Bıçakçıoğlu, a.g.e., s. 27.
[7] “Ahmet Rıza”, (Çevirimiçi):
www.dallog.com/tdsa/ahmedriza.htm.
[8] Bıçakçıoğlu, a.g.e., s. 53.
[9] Bıçakçıoğlu, a.g.e., s. 55.
[10] Çabuk, a.g.e., s. 187.
[11] “Ahmet Rıza” a.g.e.

10 Mayıs 2009 Pazar

Behçet Necatigil’i anlamak

Geçenlerde Behçet Necatigil’in tamamladığı halde kaybolduğu ve ölümünden yıllar sonra ortaya çıkan eseri Tûtînâme’nin yayınlandığına dair bir haber aldım. Can Yayınları’ndan çıkan kitap, edebiyat dünyasını yakından ilgilendiriyor. Doğu edebiyatlarının ‘Binbir Gece Masalları’ formunda olan eserin konusu şöyle: “Tacir Said, bilgili, akıllı bir papağan edinir. Sonra işi nedeniyle denize açılır. Papağanına da o yokken karısına göz kulak olmasını öğütler. Güzel karısı Mahı Şeker, bir zaman sonra bir aşık edinir. Papağan da onu aşığına göndermemek amacıyla her gece Mahı Şeker’e hikayeler anlatmaya başlar. Bu iş tam otuz gece sürer. Kıssalar, ibretli masallar, hayvan hikayeleri…”

Behçet Necatigil denilince özellikle Sevgilerde ve Gizli Sevda şiirleri aklıma geliyor. 14 yaşında tanıştığım Behçet Necatigil’in şiirlerindeki anlamlar yumağını çözmeye hâlâ devam ediyorum. Cumhuriyet’in kabul ediliş yıllarında çocukluk dönemini yaşayan Necatigil’in ilk şiiri daha lisede öğrenciyken Varlık Dergisi’nde yayınlanır. Kars Lisesi’nde başladığı edebiyat öğretmenliğini uzunca yıllar sürdürür.


Necatigil’in şiirlerinde orta halli bir insanın başından geçebilecek durumları hatırlatmaya, gerçek ve hayal arasındaki ince çizgiyi, umutla umutsuzluk arasında gidip gelmeleri, zaman ve mutluluk kavramlarının önemini vurgulamaya çalıştığını görüyoruz. Öyküler, romanlar ve radyo oyunları da yazan şair, çeşitli çeviriler de yaptı. 1979 yılında hayata veda eden Behçet Necatigil’in anısına 1980 yılından günümüze kadar aralıksız “Necatigil Şiir Ödülü” veriliyor. “Necatigil Şiir Ödülü 30. Yıl Anısına” hazırlanan kitapçıkta yer alan; 2008 yılında ödül alan Enis Batur’un “Neyin Nesisin Sen” kitabındaki ‘Taşayna Sonesi’ne yer vermek istiyorum.


Taşayna Sonesi

Neyin nesisin sen? Soruyu sorduğuma bakma.
biliyorum: Birinci ne benim, ikinci nesin sen.
Yıllar yılı baktım aynalara, kör duvarlara,
çıkaramadım hatlarımdaki hattın anlamını,

kendim için neyim, senin için tamıtamına ne,
sendeki ben neyin sesi, bendeki sen neyin sesi,
kulak verdik biribirimize: Gözlerimiz içiçe
geçti, neyin içinde kimbilir ne nasıl pekişti.

Vazgeçiyorum kendimdeki sfenksin bilmecesinden,
Sormayacağım bir daha yüzüme dönüp: Neden
kimin, neyin nesisin sen?

Buzdur her soru, sorular gelir dağ kurar-
Bıraktım erisinler, aksın su, biriksin taşsın:
Kimin, neyin sisisin sen?

Necatigil’in şiirlerinden bir örnek:

Sevgilerde

Sevgileri yarına bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.

Behçet Necatigil

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Melekler ve Şeytanlar


Şifrelerin gizemli dünyasını aralayarak, çok yönlü düşünmeyi ve sorgulamayı okuyucuya aşılayan Dan Brown’un öncelikli olarak “Da Vinci Şifresi” kitabını bir solukta okumuştum. Paris’teki Louvre Müzesi'nde bulunan Mona Lisa tablosunun hemen önünde işlenen bir cinayeti, Simgebilimci Profesör Robert Langdon’ın çözmeye çalışmasıyla gelişen olaylar dizisinin inanılmaz derecede akıcı bir üslupla ele alındığı bu kitabın uzun süre etkisinde kalmıştım desem yalan olmaz. Hatta kitabın etkisiyle Mona Lisa tablosunu gözümde o kadar çok büyütmüştüm ki Louvre’a gittiğimde büyük bir tabloyla karşılaşacağımı düşünmüştüm. Ancak ebatları çok küçük bir tabloyla karşı karşıya kaldığımda nasıl bir hayal kırıklığına uğradığımı inanın anlatamam…

Şunu söylemeliyim ki ‘best seller’ kitapları hemen alıp okumayı sevmiyorum. Ancak bir arkadaşımın ısrarlı tavsiyeleri sonucu okuduğum Da Vinci Şifresi, bütün ön yargılarımı alt üst etti. Histeri derecesinde çok satan bu kitap, 2006 yılında sinemaya uyarlanmıştı. Kitabı okumayanlar için filmin anlaşılmasının zor olduğunu söyleyebilirim. Konu geçişleri ve akıcılık açısından filmi beğenmemiştim hatta çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Filmi izleyen çoğu arkadaşım da aynı görüşteydi: “Uyarlama kitabın hakkını vermemişti”.

Da Vinci Şifresi’nin etkisinde kalarak bu sefer yazarın ‘Melekler ve Şeytanlar’ kitabını okumaya başladım. Abartısız iki günde okuduğum kitabı Da Vinci Şifresi’nden daha çok sevmiştim. Kitap, din uzmanı Robert Langdon’ın tarihteki en güçlü yer altı organizasyonu olan İlluminati adlı antik gizli kardeşlik cemiyetinin tekrar dirildiğini öğrenmesiyle gelişen konuları ele alıyor. Kitapta Langdon’ın İlluminati'nin Vatikan üzerine kurduğu planları gerçekleştirmek için harekete geçtiğini öğrenmesinin ardından İtalyan bilimci Vittoria Vetra ile Roma'da 400 yıllık antik sembollerin izlerini sürmesi, okuyucuyu dur duraksız bir kovalamacaya sürüklüyor.

Da Vinci Şifresi’nden önce 2000 yılında yazılan bu eser, şimdi sinemaya uyarlandı. 15 Mayıs’ta gösterime girecek olan filmi, ön yargısız bütün ayrıntılarıyla izleyeceğim. Geçen gün filmin ‘trailer’ını izlediğimde kamera geçişleri ve görüntünün etkileyiciliği dikkatimi çekmişti. Her ne kadar filmi ön yargısız izlemeye çalışacaksam da kafamda canlandırdığım sahnelerle bir kıyaslama yapmadan geçemeyeceğim. Umarım Da Vinci Şifresi’ndeki gibi hayal kırıklığına uğramam… Filmi izledikten sonra tekrar yorumlarımı yazacağım…


8 Mayıs 2009 Cuma

Gogol Bordello


An itibariyle beni neşelendiren, ‘sen dön dur dünya, müzik yaşa' dedirten kuduruk grup. İşin içinde Roman ezgileri olunca tutamıyorum kendimi. Bir daha bir daha dinliyorum, yine kesmiyor… Özellikle de “Start Wearing Purple” parçası, bu kadar mı güzel olur. Adını “Nikolay Vasilyeviç Gogol”dan esinlenerek alan grup hakkında o kadar çok şey yazılıp çizilmiş ki bunları tekrarlamaya gerek görmüyorum. Yalnızca grubun kurucusu ve solisti Ukrayna asıllı Eugene Hütz’ün parçalarında çingene ruhunun hakkını verdiğini vurgulamak gerek. Özgün ezgileri küyerel formda sergileyerek, renkli kostümleriyle de her geçen gün beğenileri kazanan Gogol Bordello, New York underground kültürünün en popüler grupları arasında yer alıyor. Roman punk tarzını bana sevdiren grubun performanslarını şu aralar yakından takipteyim...

7 Mayıs 2009 Perşembe

Ninnilerle düşünce engelleri


Birisi Türkiye’nin üzerine Ortaçağ karanlığını mı örtmeye çalışıyor? Nedir bu düşüncelere tahammülsüzlük, kendi görüşlerine uygun olmayan hiçbir şeyi kabul etmemek, farklı bakış açılarını hapsetmek, sürekli üstünü örtmeye çalışmak…

“Düşünceler eyleme dönüşmediği sürece” suç sayılamaz. Genel geçer bir ilke varken neden hala düşüncelerden korkarlar ki insanlar. Uygulamada çok basit gibi görünüyor ama değilmiş ki özgür düşüncenin altı her zaman kırmızı kalemle çiziliyor. Hoş eyleme dönüşmeyen düşünce de ne kadar etkili olabilir? Bu da ayrı bir tartışma konusu. Ancak görüyoruz ki eyleme dönüşmeyen düşünceler üzerine açılan davalar, özellikle Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) tartışmalı 301. maddesi doğrultusunda işliyor.

Hatırlatmakta yarar var:

TCK Madde 301: (1) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Türkiye Cumhuriyeti hükümetini, devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi hâlinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.
(4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.

Geçen yıllarda Orhan Pamuk, Hrant Dink ve Elif Şafak 301’den yargılanmıştı. Bu madde üzerine yeterince yazıldı çizildi ama sonuçta değişen bir şey olmadı. Hala düşüncelerin önüne yasal engeller konuluyor. Oysa demokratik ülkelerde düşüncelerin karşısına yine düşüncelerle çıkılır. Ortada yanlışlıklar varsa belgeleriyle kanıtlanmaya çalışılır.

İşte yeniden aynı naneler tekrarlanıyor. Son günlerde her gazete sayfasını açtığımda sanat manat demeden düşüncelerin önüne geçmeye çalışan girişimler, gözüme ilişiyor. Bunların ilki, Nedim Gürsel’in “Allah'ın Kızları” adlı kitabına yönelik TCK’nin 126. maddesi doğrultunda açılan davaydı. Her ne kadar Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi Savcısı Sait Yakışan, Gürsel’in beraatını istese de Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi Hakkı Yalçınkaya, müfettiş incelemesinden yeni dönen dosyayı incelemek için süre istedi. Bu nedenle yargılamanın ikinci duruşmasının 26 Mayıs'ta yapılmasına karar verildi.

TCK Madde 216: (1) Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması hâlinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Bu durum şunu gösteriyor ki bu ay yine Türkiye, düşünce özgürlüğünü tartışıp duracak. Tabii ki daha çok engellerin ve davaların arkası gelecek. Milletçe ne uzuyoruz ne de kısalıyoruz. Bir arpa boyu bile yol alamazken, hala bu konuları bıkmadan usanmadan gündeme taşıyarak, asıl önemli olan sorunlarımızı teğet geçiyoruz. Gittikçe sessizleşerek, tepkisiz kalıyoruz…


İkinci olay ise İstanbul Amatör Tiyatro Günleri nedeniyle İstanbul’da bulunan İzmir Yenikapı Tiyatrosu oyuncularının Nikolay Vasilyeviç Gogol’un ödüllü sokak oyunu “Palto”yu sergilemek istediklerinde polis tarafından engellenmesiydi. İstanbul, Denizli, İzmir, Mardin, Manisa Ankara, Bartın’da eş zamanlı basın açıklaması yapan tiyatro oyuncuları, yine polis engeliyle karşılaştı ve ayrıca tiyatronun yönetmeni Orçun Masatçı da gözaltına alındı. Yetkililer, oyunculara belediyeden izin alınması gerektiğini gerekçe olarak gösterdi ancak oyuncular, İstanbul dahil onlarca kentin sokaklarında oynadıkları bu oyun karşısında hiçbir engelle karşılaşmadıklarını belirtti. Burada soru işaretleri yine beynimde belirmeye başladı: Belediyeden izin alınması gerekiyorsa neden diğer belediyeler böyle bir izini gerekli görmedi? Basının da görüntü almasının engellendiği bu olayla birlikte güzel memleketimde daha birçok şeyin sorgulanması gerektiği gerçeği açığa çıkıyor. Dilencilerin kol gezdiği, her yerinde işportacıların karşımıza çıktığı İstanbul sokaklarında bir tiyatro oyunu mu göze battı… Artık bu ikilemlere şaşırmamak elde değil. Ama ne yaparsın, bir kere toplum olarak engellenmeye, susturulmaya, tepkisizliğe alıştırıldık.

NOT: Burada düşünce özgürlüğünün arkasında dururken kimsenin savunuculuğunu yapacak değilim. Ancak Ortaçağ’dan kalma karanlık düşüncelerle beyinlere nüfuz etmeye çalışan epidemik zihniyet, hızla daha çok kişiye bulaşıyor. Kısaca deniliyor ki; bugün ninniler eşliğinde mışıl mışıl uyurken, yarın okuyacak bir kitap, izleyecek bir tiyatro, söyleyecek bir şiir bulamadığında nedenini sorma. Sen yine devam et, hiçbir şey olmamış gibi otomatik yaşamaya.

5 Mayıs 2009 Salı

İstanbul kodları


Küsüyorum, aradan iki saat geçiyor her şeyi unutuyorum, yine sana bağlanıyor ve barışıyorum. Sen, ikircikli hallere girip, kendi kendimle konuşmama neden oluyorsun. Oysa ben böyle biri değilim ama sürekli beni değiştiriyorsun.

Hayranlık ve bıkkınlık ikisi yan yana. Nasıl oluyor ben anlamadım, en iyisi sen de sorma. Çok nazlısın, cilvelisin ve eminim ki bu kumpaslarınla herkesi ele geçiriyorsun. Bazen alaycı bakışlar atıyorsun; küçümsüyorsun. Bazen de caddelerinde havalı havalı yürümeye izin verip; büyüklendiriyorsun.

Şımarıksın, hırçınsın, deli dolusun; kendini sevdirmeye bile izin vermiyorsun. Güzelliğinle baş döndürüp sürekli vaat ediyorsun; daha iyi bir yaşamı. Zamanı çok hızlı yaşıyorsun. Neden uyumuyorsun? Sessizliğinde bile çığlıklar atıyorsun. İncindiğini saklamaktan da yorulmuyorsun.

Dört mevsimi doya doya yaşıyorsun. Bugün rüzgârlı bir gündü, yağmur yağacak derken yine eteklerin uçuştu. Kollarınla sımsıkı sardın herkesi, bütün çıkışları kapattın, kilitleri taktın. Kırmızı rujunu böyle günlerde sürüyorsun ve gördüm ki unutmamışsın. Ciddi bakışlar atıyorsun, mavi gözlerinde bir sır saklı. Dolaşan ipi çözemedim yine…



Neden bana kendinle ilgili sürekli sorular sorduruyorsun? Daha ne kadar sürecek senden vazgeçememe oyunlarım? Yine bırakıp gideyim diyorum, bu sefer de seninle tüm yaşadıklarımız aklıma geliyor. Filmi başa sarıyorum. İşte bak gördün mü? Olmuyor. Sana hak veriyorum. Şımarmana, surat asmana ve bana hayatı sürekli sorgulatmana. Biliyorsun, beni sen büyüttün. Gecelere kadar süren saklambaçlarımı, kovalamacalarımı, sekseklerimi seninle oynadım. O zaman bana yaşatmadığın korkuyu neden şimdi yaşatıyorsun? Sana olan güvenimi her geçen gün azaltıyorsun. Ben böyle düşünürken, acaba daha ne sürprizler hazırlıyorsun? Emin ol! Ben bıkmadan integralini almaya devam ederken hiç şaşırmayacağım…

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Dekoratif hayatlar


Işıltılar içinde dünyadaki her ev,
Renk renk vazolar, çiçekler, örtüler…
İnsanlarla bağlantıyı kesen
Duvardaki yağlı boya.
Mermer zeminler, laminant parkeler,
Şöminenin iki tarafındaki koltuklar,
Kapılardan sarkan boncuklar,
Tasarım harikası abajurlar.
Sanki hepsi aynı seçim.
Röntgenci bakışlarda beyinlere
Kazınan…
Düşlerdeki yaşam hücreleri gibi...
Beyinsel tasarımlarda yaşıyoruz.
Hep birlikte;
Maskeleşmiş bir dünyada…

Mine Özdemir

3 Mayıs 2009 Pazar

Rüya satıyorum, yok mu artıran?


Zaman zaman uyku problemi çeken bir insan olarak çok fazla rüya göremiyordum. Zaten gördüğüm rüyalar da pek bir şeye benzemiyordu. Rüyalarımda ya uçuyorum ya araba kullanıyorum ya da tanıdık yüzleri görüyordum. Belki daha çok rüya görüyordum ama hatırlayamıyordum. Aslında her gün kendi kendime bugün ne gördüm? diye de sorular sormuyordum. Belki problem buradan kaynaklanıyordu. Bu kadar iletişim yağmuru altında çok az rüya görüyorum diye bir taraftan kendi kendimin doktorluğunu da yapmaya başladım. Çünkü hakikaten bu durum normal değildi. Elimde bir uzaktan kumanda yok ki kaydedeyim her şeyi; şöyle ertesi gün izleyeyim ya da durdurup başa sarayım. İnanılmaz gibi geliyor ama bu da olacağa benziyor. Dünyada yapılan araştırmalar, rüyaların hatırlanması, kişilerin bunların üzerinde konuşması ve beyin jimnastiği yapması gerektiğini ortaya koyuyor. Koşuşturmaca içerisinde yaşadığımız hayatta sevdiklerimize dahi zaman ayıramamaktan şikâyet ederken, durup rüyalarımız hakkında konuşmamız ise çok zor gibi görünüyor.


***

Düşünsenize her gün dış dünyadan o kadar çok uyarıyla karşı karşıya kalıyoruz ki kelimeler, görüntüler, simgeler ve daha birçok şey gözümüzün önüne geliyor. Biz farkında olmasak da beynimiz istem dışı bunları kaydediyor. Bazen de bastırılmış duygularımız bilinçaltımızda birikiyor. İşte rüyalarımız bilinçaltının, günlük hayatta es geçtiğimiz imge ve simgelerin açığa çıkması olarak da yorumlanabilir. Simge ve sembollerin yansıttığı anlamların her birey için farklılık göstermesi ise yaratıcılığın artmasını sağlıyor. İşte bu nedenle rüyalar, yeni fikirlerin ortaya çıkmasının temel kaynağını oluşturuyor. ABD’de de dünya çapında rüya arşivi çalışmaları yürütülüyor ve insanlardan toplanan milyonlarca rüya, ücretlendirilerek açık artırmaya çıkarılıyor. Microsoft, IBM, Warner Brothers, Disney, Sony ve Benetton[1] gibi şirketlerin bu projeleri desteklemesi de insanların rüyaları üzerinden nasıl bir oyunun oynandığını bizlere gösteriyor. Bilimsel araştırmalar, ülkelerin gelişmişlik düzeyi arttıkça insanların rüya görmelerinde bir azalma olduğunu ortaya koyuyor. Gittikçe tek tipleşmenin yaşandığı günümüzde tüketim toplumunun çocukları olarak yaratıcılığımızı ortaya çıkarmamız zorlaşıyor. Bu nedenle ulus şirketler için gelişmekte olan ülkelerin halklarının rüyaları, yaratıcılık açısından değerli bulunuyor.


Daha önce de George Orwell’ın 1984 kitabında vurguladığı ‘Big Brothers’ (Büyük Birader) kavramıyla açığa çıkan ‘biri bizi gözetliyor’ gerçeği, ‘Google bizi gözetliyor’ şeklinde perdeden kendisini göstermişti. Milyonlarca Google kullanıcısının maillerinin taranmasıyla elde edilen kimlik bilgileri ve veriler birçok kişisel sırrın da açığa çıkmasına neden oluyor. Tabii ki bu mailler içerisinde birbirimize yazdığımız rüyalarımız da mevcut. Bu nedenle size gerçekleşmesi imkânsız gibi görünen rüyalarınızı reklamlarda ya da filmlerde görmüşlüğünüz olabilir ya da kısa zamanda görebilirsiniz. Özellikle senaryo yazarlığı yapanlar ve sürekli yenilikler üzerinde kafa yoranlar dikkatli olmalı. Ağzınızdan çıkacak her kelimenin ya da parmaklarınızın ucuyla yazacağınız her harfin oluşturduğu hikâye, başkaları tarafından kısa sürede hayata geçirilebilir. Paranoyak olmaya gerek yok ama bu gerçekleri de dikkate almakta fayda var.


***

Gelelim benim meseleme. Artık rüya görememe problemime bu açıdan bakınca durumun vahametini anladım. Uyku saatlerime dikkat ederek özellikle yorgun uyumamaya özen gösteriyorum. Her ne kadar saatimi, kalkacağım zamana göre kursam da uykumdan ani bir şekilde kalkmamak için ilk önce kendimi programlıyorum ve saatten önce kalkmış oluyorum. Her gün kendime bugün ne gördün diye soruyorum ve hatırlamaya çalışıyorum. Şimdilik bunlar işe yaradı gibi. Zamanla daha fazla rüya görmeye başladım. Bu ekonomik krizde pek değerli rüyalarımı açık artırmaya çıkarmayı düşünmüyor da değilim. Son kez soruyorum yok mu artıran?

[1] Nurdoğan Rigel, Rüya Körleşmesi, Der Yayınları, İstanbul, 2000, s. 7.

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Surnâme

Buyur imzala!
Ne imzası?
Birleşmiş Uluslar Yasası
Bırak takazayı,
Hadi bas imzayı!
Bastım tuğramı işte;
Sultan Palamut!
Şunu da imzala!
O da neyin nesi?
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi…
Ve sen ki Avrupa Konseyi üyesi,
Adın çıkmış demokrata…
Bas imzayı a kerata!
Bastım tuğramı işte.
Ben ki Sultan Palamut!
Yerde taş, gökte bulut!
Sen de bunu unut!
At şuraya da imzanı!
O nedir?
Helsinki Sonuç Belgesi
Eyvaah!
Nereye vurduk, nerden çıktı sesi?
Yaktın bizi demokrasi!
(el çırpar)
Çabuk gelsin
Çağırın vak’anüvisi!
Hooop dedik…
Çağırdın geldik
Her koşulda, her durumda emir ve ferman
Velinimetimiz bulunan
Sultan-ibn-is-Sultan
Hem daltaban, hem kaltaban
Sultan Palamut Han!
Ömrü uzun olsun efendimizin.
Olmayacak duaya,
Amiiin!
Bizden söylemesi
Başlıyor, başlıyor, başlıyor,
Başlıyor bittiği yerde
Bu tarih dersi
Başı bozuklara on kuruş
Askerlere yüz para.
Anlayan beri gelsin.
Anlayana yok para!
On sekiz yaşından çocuklar
Giremezler çadıra!
Çünkü içerde demokrasi,
Ayıptır söylemesi,
Son derece müstehcen…
Hadi başlıyor
Demokrasi...
İçerde,
Dünyanın sekizinci garibesi!
Gelin, girin, görün, alın ibret dersi.

Aziz Nesin

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails