19 Aralık 2009 Cumartesi

Bir Hasankeyf vardı…

Medeniyetler beşiği Hasankeyf'te gün geçmiyor ki sular durulsun... Batman'ın sınırları içerisinde 15 bin yıllık tarihi geçmişiyle dünyanın en eski uygarlıklarına ev sahipliği yapan Hasankeyf, bünyesinde barındırdığı antik döneme ait kalıntılarla Türkiye'nin en önemli kültür hazinelerinin başında geliyor. Ancak 2005 yılında hayata geçirilmek istenilen Ilısu Barajı ve Hidroelektrik Santrali Projesi'yle sular altında kalacak Hasankeyf'in yüzde 80'i…

Uzun bir hikâyesi vardır Hasankeyf’in… “Direniş mi, teslimiyet mi, ölüm mü, kalım mı?” bilinmez ama 57 yıldır süren bir hikâyedir bu… 2006 yılında hazırlanan raporlar çerçevesinde projenin finansmanını sağlayacak FAM Protokolü, İhracatçı Kredi Kuruluşları ile Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü arasında imzalanmıştı. Bunun ardından Çevre ve Orman Bakanlığı, DSİ Genel Müdürlüğü ve Ilısu Konsorsiyumu arasında 2007 yılında projenin inşaat yapım sözleşmeleri de onaylanmıştı. Ancak Avusturya, Almanya ve İsviçre'deki kredi kuruluşlarının 7 Temmuz 2009 tarihinde projeden desteklerini çekmeleriyle bölgede yürütülen çalışmaların kültürel varlıkları yok ettiğine yönelik tartışmalar, daha da bir alevlendi. Yapılan tüm eleştirilere rağmen başladıkları projeyi bitirmekte kararlı görünen Çevre ve Orman Bakanlığı, dış kredi kuruluşlarının projeden desteklerini çekmesinin ardından yeni kredi arayışına girmişti. Şimdi TOKİ, Afet İşleri Genel Müdürlüğü ve DSİ arasında imzalanan protokol gereği, TOKİ yeni yerleşim yeriyle ilgili çalışmalar yürütüyor. Bu kapsamda önümüzdeki ay yerleşim yeriyle ilgili yapılacak ihalenin ardından inşaat çalışmalarına başlanılacak.


Yapılan açıklamalara göre yeni Hasankeyf, toplam 465 hektar alana kurulacak. Boş ve dolu toplam 596 hanenin bulunduğu Hasankeyf’te ilk etapta 600 konut yapılacak. Ancak yeni yerleşim yerinin cazibe merkezi bir yer olacağına dikkat çeken yetkililer, daha önce Hasankeyf’i terk edenlerin de bölgeye tekrar göç etmeleri ihtimalini göze aldıklarından konut sayısını bine çıkaracaklarını açıkladılar. Bir taraftan da projenin bölgenin kültür mirasına zarar vermesi nedeniyle hayata geçirilmesini engellemek isteyen sivil toplum kuruluşlarının (STK) mücadelesi aralıksız devam ediyor. Bu kuruluşların başında Doğa Derneği geliyor. "Hasankeyf Yok Olmasın" adında bir kampanya düzenleyerek bugüne kadar 21 bin kişinin ve birçok sanatçının desteğini alan dernek, kararlı tavrından hiçbir zaman vazgeçmeyecek gibi görünüyor.

Hasankeyf’i bu yılın ilk 11 ayında yaklaşık 1 milyon kişinin ziyaret ettiği gerçeği de dikkate alındığında gerek yapılan açıklamaların gerekse de bölgedeki uygulamaların tarihi mirasın nasıl korunacağına dair tatmin edici bir yanının bulunmadığını gözler önüne seriyor. Her kafadan bir sesin çıktığı bölgede, hem insanların yaşamlarını kolaylaştıracak hem de tarihi dokuya zarar vermeyecek bir projeyi hayata geçirmek; neden bu kadar zor Türkiye’de? Yazık! Hiçbir değerimize sahip çıkamadığımız gibi çıkarlar etrafında şekil alan bir bölgenin ellerimizin arasından kayıp gidişine de dur diyemiyoruz; ne çare…

20 Kasım 2009 Cuma

25

Sanat işte insanı kendisine çekiyor. Ressam Serhat Kiraz’ın 25 rakamından yola çıkarak gerçekleştirdiği, matematik ve felsefe temelli çalışmaları çok etkileyici. Renk cümbüşü içinde insana rakamları, zamanı ve akışı sorgulatan Kiraz, çalışmalarını 16 Aralık’a kadar Galeri Nev’de sanatseverlerin beğenisine sunuyor. Ve böylece 1984 yılında Ankara’da açılan Galeri Nev’in mayıs ayından bu yana düzenlediği “25. Yıl Sergileri” Serhat Kiraz sergisi ile son buluyor.
Galeri Nev
0312 437 93 90

7 Kasım 2009 Cumartesi

Kentlerin özgünlükleri sakin şehirlerde korunacak!

Cittaslow... İtalyanca 'şehir' anlamına gelen 'citta' ve İngilizce 'yavaş' anlamına gelen 'slow' kelimelerinin birleşimiyle oluşuyor. Yani tam olarak 'Sakin Şehirler' anlamına geliyor. Ve İtalya’da 1996 yılında Roma’daki bir meydanda açılması planlanan 'fastfood' zinciri mağazasına karşı başlayan tepki hareketinden doğan bir örgütlenme olarak karşımıza çıkıyor. Küreselleşmenin getirdiği olumsuzluklar karşısında kentlerin özgün kimliklerini koruyarak yaşam kalitelerini artırmanın yollarını sunan bu oluşuma dünya genelinden birçok ülke, destek veriyor. Başta İtalya olmak üzere Avusturya, Danimarka, Almanya, Hollanda, Norveç, Polonya, İspanya, İsveç ve İngiltere ile Asya kıtasından Güney Kore ve Avustralya kıta ülkesinden onlarca küçük nüfuslu kentin üye olduğu "Sakin Şehirler" örgütlenmesine Türkiye’den ilk adaylık başvurusu ise İzmir’in Seferihisar ilçesinden geldi.

Öncelikle bir grup İtalyan'ın fastfood (hızlı yemek) restoranının açılmasını önlemek için başlattığı eylemler, "fastfood" karşıtı "slowfood (yavaş yemek)" hareketini doğurdu. 1999 yılında dört kentin bir araya gelmesiyle bir yemek hareketi olmanın ötesine geçen bu örgütlenme, öz kimliklerinden uzaklaşarak tek tipleşmeye doğru yol alan kentlerin özgün ritimlerini ve canlı renklerini yitirmemesi amacıyla "Sakin Şehirler" omurgasını oluşturdu. Bunu güvence altında tutmak ve sürdürülebilir kılmak amacıyla da altyapı, çevre, misafirperverlik, eski lezzetler, kentsel estetik ve yerel üreticinin korunması gibi altı ana başlık altında 60 kriter belirlendi.

Seferihisar da "Sakin Şehirler" üyeliğiyle birlikte bu kriterleri hayata geçirmeye hazırlanıyor. Hatta "Sakin Şehirler" üyeliğine kabul edilebilmek üzere yapılan başvurunun ardından işleyen süreçle ilgili olarak bu ay İtalya’nın Orvieto şehrinde gerçekleşecek toplantıda hazırlık dosyaları sunulacak. Böylece gelecek yılın mart ayında bir heyet Seferihisar’a gelerek evrak üzerinde gördüklerini değerlendirecek. Bir yıl içerisinde "Sakin Şehir" logosunu kullanma hakkını almayı hedefleyen Seferihisarlılar Türkiye’nin ilk sakin şehri olmaya doğru büyük adımlar atıyor. İstanbul gibi hızlı bir şehirde yaşayan ve bu duruma da oldukça alışan bir insan olarak "Sakin Şehir"de yaşamak nasıl bir durumdur bilemiyorum. Ancak Türk basını da bu hızlılığa gayet kendisini kaptırmış olacak ki bu haberi gözden kaçırmış... Gazeteleri tek tek inceledim ama maalesef hiçbirinde rast gelmedim... Bence gözden kaçırılmaması gereken bir haberdi...

6 Kasım 2009 Cuma

Edi ve Büdü'süyle unutulmazdı Susam Sokağı...


Susam Sokağı, 10 Kasım’da 40’ıncı yaşını dolduruyor… Bu vesileyle dünyanın en çok kullanılan arama motoru ‘Google’ da bugün logosunda Susam Sokağı’nın iki sevimli kuklası Edi ve Büdü’ye yer vermiş. Sabah sayfayı görünce hemen Edi ile Büdü’nün videosunu açtım ve güne daha bir mutlu başladım. İlk kez 1969 yılında ABD’de ekrana gelen program, Joan Ganz Cooney ve Ralph Rogers tarafından oluşturulmuş. Kar amacı gütmeyen bir program olan “Sesame Workshop", 140’dan fazla ülkede yayımlanarak, 100 kadar ödülü de kucaklamış.


90’lı yıllarda TRT ekranlarında sabah ve akşam olmak üzere hafta içi her gün yayınlanan Susam Sokağı, benim de çocukluğumun unutulmazlarından biriydi… Her şeyden önce kuklaların sıcacık dünyasına bizleri götüren bu program, 40 yılda birçok nesle sayı saymayı, okumayı, dostluğu, arkadaşlığı ve daha pek çok şeyi öğretti. Kurabiye Canavarı’nın kocaman kurabiyeleri bir çırpıda yok edişini, Açıkgöz’ün sakarlıklarını, acar gazeteci Kermit’in Miss Piggy’nin yoğun ilgisinden kaçışlarını, Bay Müzik’in “Sür sür arabanı, gez sokakları, keyifli, neşeli, tasasız çıkar hayatın tadını” ve “Kasvetli, fırtınalı bir hava, şaşırdım yolumu karanlıkta, bana söyler misiniz nasıl gidilir Susam Sokağı’na?” diye beyinlerde yer edinen şarkılarını hatırlayıp, Edi ve Büdü’nün tatlı didişmeleri gözümün önüne geldikçe hala keyiflenip, gülüyorum. Bir de “Tırtıllar asla asla asla kahverengi bot giymez” diye bir şarkı vardı. Unutulmaz bir programdı Susam Sokağı…

3 Kasım 2009 Salı

Bir temenni dağıttı beni!



Uçurtmayı Vurmasınlar

Hep Gül… Denizin ortasında yol almış vapurun üzerinde böyle yazıyordu. Kaptanın belki küçücük bir temennisiydi bu ama dalgın bakışlarıma takılınca işte birden beynimden vurulmuşa döndüm. Suratımda gönülden bir gülümseme belirdi. Sıcacık kelimeler, damla damla aktı içime. Derin bir nefes aldım iki küçük kelimeyle… Ve kaç gündür bir düşünce hali aldı beni; sormayın gitsin…
Sezen Aksu’nun o çok sevdiğim “Gülümse” şarkısı kulağımda çınladı durdu:

Tut ki karnım acıktı anneme küstüm,

Tüm şehir bana küstü…

Bir kedim bile yok anlıyor musun

Hadi gülümse…

Ve beraberinde Tunç Başaran imzalı bir dönem filmi olan “Uçurtmayı Vurmasınlar” yol aldı benliğime… Film, “Adının anlamı dünyayı kucaklasaydı taş avluda büyümezdi Barış” diyerek başlıyor. Beş yaşındaki Barış’ın hapishane avlusundaki üzgün duruşunun bir uçurtmayla değiştiği an, tüm kareleriyle kazınmış beynime… Kadınlar hapishanesinde yaşanan olayların küçük bir çocuğun gözüyle anlatıldığı bu filmde, özgürlük özlemi ve umut nasıl da sarmaş dolaştı. Taş duvarlarla çevrili hapishane avlusundan görünen bir uçurtma nasıl da sisteme karşı geliyordu; “Vurun, vurun şu uçurtmayı!” bağırışlarına inat. Ve o sesi duyduktan sonra gülümseyen Barış’ın suratında beliren ifade, Barış ve İnci Ablası (Nur Sürer) arasında geçen diyaloglar nasıl unutulurdu…
Bir temenni işte dağıttı beni! Götürdü Barış’ın ruh âlemine…

31 Ekim 2009 Cumartesi

Brazzaville in İstanbul

Brazzaville’in eski ve yeni parçalarından oluşan “Brazzaville in İstanbul”, adından da anlaşılacağı üzere tüm kapıları İstanbul’a açıyor… Ömrünü tamamladı, tamamlamadı tartışmalarının ardından içinde benim şehrimin tınılarının gezdiği bir albüme imza atan Brazzaville, yeniden sahnede; Türkiye’nin yeni kuşak müzisyen ve gruplarını da yanına alarak. 2005 yılında İstanbul’a ilk kez gelen söz yazarı, besteci, vokalist David Brown ve ekibi, ilk görüşte aşık olunca bizim kıza, en sevdikleri şarkıları 123, Kim Ki O ve Norrda gibi Türk ekiplere yeniden kaydettirmiş.

San Francisco doğumlu olan ancak yaşamak için Barselona’yı seçen David Brown’ın müzikal kimliğine de şöyle bir göz gezdirdiğimizde biriktirdiği parayla bir saksafon satın alarak, başta Hindistan, Güney Amerika ve Avrupa’yı turlayan ve dünyasını değiştiren bir müzik adamının başarısı öne çıkıyor. ABD’de Beck ve Siouxe Sioux gibi isimlerle çalışan Brown, saksafonu bırakıp akustik gitara geçtikten sonra grubu Brazzaville’i 1997’de kurdu. İlk albümleri 2002’nin ardından, Somnambulista, Rouge On Pockmarked Cheeks, Hastings Street, East L.A. Breeze ve 21st Century Girl ile hayranlarının karşısına çıkan grup, alternatif rock türlerini Akdeniz ve Pasifik atmosferiyle kaynaştırıyor. Bir indie pop rock grubu olan Brazzaville’i yakından görmek ve dinlemek isteyenlere ise güzel bir haber var. Grup, 5-6 Kasım’da Babylon’da! http://www.brazzaville-band.com/

24 Ekim 2009 Cumartesi

Tarlabaşılı kadınlar hayallerini resmetti

Güneş, bu hafta bir başka doğdu İstanbul'un 'arka sokakları'nı içinde barındıran semti Tarlabaşı'na... Uykularından resim yapacak olmanın heyecanıyla kalkan Tarlabaşılı kadınlar, bir taraftan okula gidecek olan çocuklarını hazırlayıp, günlük işlerini tamamlarken bir taraftan da akıllarında 'nasıl fırça tutup resim yapacağız?' sorusunun cevabını aradı… 2003 yılından bu yana Mardin, Diyarbakır, Batman, Kars ve Sulukule’de kadınlarla çalışmalar yapan ressam Su Yücel bir ay öncesinden çalmış mahalle kapılarını tek tek; kadınların umutlarını, özlemlerini, kaygılarını kısacası hissettiklerini resim aracılığıyla dile getirebilmek amacıyla… Farklı coğrafyadan gelmiş, Tarlabaşı’nda tutunmaya çalışan, hayatında hiç fırça tutmamış, resim yapmamış kadınlar, söz vermişler; başta çekingen yaklaştıkları projede yer almak ve aynı amaç etrafında resim yapmak için…

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında Tarlabaşı Toplum Merkezi ile ortak yürütülen projede sanatçı Su Yücel, daha önceki deneyimlerini bölgede yaşayan Roman, Kürt, Türk, Afrika kökenli kadınlarla paylaştı. Bir hafta boyunca devam eden proje çerçevesinde oturdukları mahallenin sokaklarında renk renk boyalarla kumaşlar ve tefler üzerine hayallerini, yaşadıkları sorunları ve semtlerini resmeden kadınların Su Yücel ile birlikte gerçekleştirdikleri çalışmalara misafir oldum. Daracık sokakların bir ucundan diğer ucuna koşan çocukların gürültüsü, meraklı bakışlar, halledilmesi gereken işler özetle hiçbir şey engel olmamış kadınların resim yapmasına… Bu çalışmada resimlerini büyük bir titizlikle, kimi zaman fırçasıyla kimi zaman elleriyle ve düşünceli bir halde kaldırım taşlarının üzerinde yapan kadınların yüzlerinde beliren gülümseme ise görülmeye değerdi…


‘Çocukken hepsi resim yapmak istemiş’

Proje, 23 Ekim’de Tarlabaşı Sakızağacı Caddesi’nde gerçekleştirilen “Sokak Sergisi” ile noktalandı. Bir haftanın sonunda ortaya çıkan eserler, Tarlabaşı’yla özdeşleşen, ‘camdan cama’ asılan çamaşır iplerinde ve sokak duvarlarında sergilendi. Yapılan çalışma, aynı zamanda “Damsız Adsız” adlı bir belgesel filmin de konusu olacakmış.

Gezdiği illerde kadınlarla birlikte karşılıklı bir paylaşım içerisinde olduğunu ve bu durumun bir sanatçı olarak hem kendisini hem de resmini zenginleştirdiğini dile getiren Su Yücel, resim sanatının hayattan kopuk olmadığını ifade ediyor ve ekliyor: “İstanbul’daki kadınlar vakitlerinin olmadığından şikâyetçi. Doğu’daki kadınlar hayatı daha sakin yaşıyorlar. Tarlabaşı’nda daha çok ‘ben elime hiç fırça almadım ve resim yapamıyorum’ diyen kadınlar oldu ve birçoğu bu nedenle projeye katılmadı. Buradaki kadınların birçoğu çocukken resim yapmak istemiş. Ayrıca burası çok fazla göç aldığı için herkesin duygu ve düşüncesi çok farklı. Mesela bir kadın ‘burada dürüstlük yok’ diyor, bir diğeri de ‘ben hiç deniz görmedim’ diyor. Oysa deniz yanı başında”.

Kadınların gözüyle Tarlabaşı…

30 yıldır Tarlabaşı’nda oturan 56 yaşındaki ev kadını Saliha, hayatında ilk defa resim yaptı: “Teflere resim yapmak çok güzel bir duygu. İnsan eline tefi alınca çalıp oynamak istiyor... Tefi elime alıp, şarkı söyledim; “Bu kimin doni, kaynanamın doni…” diye. Ne çizeceğimi düşünürken, ‘ne istersen onu çiz’ dediler. Ben de kaynanamın donunu çizdim. Çocuklarımı ve sokağımızı da çizdim. Resim yapmak o kadar da zor değilmiş bunu anladım”.

Hayallerini resimlerine yansıtan 45 yaşındaki ev kadını Gülay Yıldırım ise çevre kirliliğine dur demek amacıyla renkleri konuşturdu: “En çok sokağın pis olmasından şikâyetçiyim. Ben resmimde çiçek çizdim. Sarı çiçek… Tertemiz, çiçekli bir bahçem olsun isterdim. Ancak saksıda çiçek yetiştiriyorum. İkizlerim, bir de oğlum var; resmimde onları da çizdim. Aslen Giresunluyuz biz. Burası çok kalabalık geliyor bana. Fırçayla kolay çizemedim, bunun için ellerimi kullandım; parmaklarımla boyadım resmimi”.

Doğup büyüdüğü topraktan, Mardin’den İstanbul’a gelen 36 yaşındaki ev kadını Zelal de yaşadığı şehri bir türlü sevemediği için memleketine olan hasretini dile getirmiş resimlerinde: “Bu şehri hiç sevmedim, çok kalabalık geliyor bana. Çocuklarımı Mardin’de büyütmek isterdim. Ben resim yapamadım ama yazı yazdım. Mardin’i özlediğimi baskı yoluyla yazdım. Baskı daha kolay; boyuyorsun sonra beze bastırıyorsun”.

11 Ekim 2009 Pazar

Broadway, kafamızı karıştırıyor

Bu ara dikkat etmişsinizdir birçok Türk oyunu Broadway’de sahne alıyor. Örneğin Genco Erkal’ın “Marx in Soho / Marx Soho’da” adlı tek kişilik oyunu New York’ta sahnelendi, Yakup Almelek’in kapitalizmi eleştirdiği “The Businessman / İş Adamı” adlı oyunu, Amerikalı oyuncular tarafından İngilizce olarak 15 Ekim’de Broadway’de sahnelenecek ve Ege Üniversitesi tarafından hazırlanan "Sarı Zeybek" de önümüzdeki günlerde Broadway’de izleyiciyle buluşacak. Ancak Broadway denildiği zaman ABD’nin New York kentinde Manhattan bölgesinde yer alan tiyatro ve konser salonlarıyla dolu cadde gözlerimizin önüne geliyor. Ve bu caddede yer alan her tiyatro, kapsamları farklı olduğu için “Broadway”, “Off Broadway” ve “Off-off Broadway” olarak adlandırılıyor. Bazı haberlerde bu oyunların tam olarak nerede oynandığına dair hiçbir bilgiye yer verilmemiş. Dolayısıyla bu da kafa karışıklığına yol açıyor. Bu nedenle konuyu biraz açmak istedim…


1925 yılında cadde üzerinde yer alan tiyatroların oyunlar için yaptıkları harcamaların milyonlarca doları bulması ve dünya ekonomik krizinin patlak vermesi nedeniyle 1929’da birçok tiyatro kapatıldı. 1980’li yıllara kadar tiyatroların sayıları gittikçe azaldı ve az masraflı “Off” tiyatrolara geçildi. Bu tiyatroların alanları diğerlerine göre daha küçüktür. Ancak “Off Broadway” de masraflı olmaya başlayınca butik tiyatro anlamına gelen “Off off Broadway” tiyatrolara geçildi. 50-150 kişilik salonlarda izleyiciye iddialı oyunlar sunan bu tiyatroların bütçeleri ise oldukça azdır. Bizdeki Dot ya da Altıdan Sonra Tiyatro gibi düşünebileceğimiz bu tiyatroların giriş ücretleri de her cebe uygundur…

10 Ekim 2009 Cumartesi

Umut etmeli ‘Barış’ı

Aylık kültür sanat dergisi “İnsancıl”ın ekim sayısının sayfalarını şöyle bir karıştırırken Meryem Oruç’un savaşı konu alan şiiri gözüme takıldı. Bir umut ya işte; barışı gönülden isteyen insanlar, savaşın teslim olmasını bekler durur. Oruç da bu beklentisini dile getirmiş şiirinde. Bir an için bile olsa savaşsız bir dünya düşünebileceğimizi hayal ettiriyor bizlere. Yüzyıllar boyunca çeşitli sebeplerden de olsa görüyoruz ki savaş hiçbir zaman durmadı, teslim olmadı; insanlık olarak teslim olmasına asla izin vermedik… O taraftan bakınca ütopik geliyor değil mi; “savaşın teslim olmasını” düşünmek bile… Her şey insanda bitiyor sözünden yola çıkıp; yine de umut etmeliyiz barış dolu günleri bence…

Savaş teslim olur

Biçiliyor insan ölümle
Dil el silahlı
Tükendi ölüleri sarmalayacak toprak
Bitmedi insanın iştahının savaşı
Çözmeliydi bu sorunu
Daldı biçilen yaşamlara
Önce tüketmeliydi içindeki kini
Sakladı ellerini elbisesinde
Durdu zaman parmak aralarında
Takıldı soluğu yaşamın
Ya ölmeliydi sıradanlığı
Ya hapşırıp bitirmeliydi savaşı
Sonra silahsız dönmeliydi insana
Yapabilmeliydi yapardı istese deyip
Açtı yüzünü tükenen toprağın
Ölülerin utancından
Hapşırıp teslim oldu savaş

Meryem Oruç

7 Ekim 2009 Çarşamba

Booker Hilary Mantel'in

Britanyalı edebiyatçı, kısa öykü yazarı ve eleştirmen Hilary Mantel, “Wolf Hall” adlı kitabıyla dünyanın en önemli edebiyat ödüllerinden biri olan Man Booker’ın sahibi oldu. İngiltere’de ve dünyada tarih romanlarıyla tanınan Mantel, bu kitabında Kral VIII. Henry dönemindeki siyasi entrikaları anlatıyor. 50 bin sterlinin (yaklaşık 128 bin TL) sahibi olan Mantel, ‘longlist’te yer alan favori isimlerin başında geliyordu. Yine Mantel’in adı eylül ayında açıklanan ‘shortlist’te geçiyordu. Önceki gün açıklanan Uluslararası Booker Ödülü'nün sahibi ise Kanadalı yazar Alice Munro oldu. 77 yaşındaki Munro, 13 adayı geride bırakarak ödüle ulaştı...

4 Ekim 2009 Pazar

Direnistanbul

Dış ses: Hımm… ‘direnistanbul’!.. Ne yapmaya çalışıyor bunlar?

İç ses: Gelişmelerden haberin yok galiba. Nerede yaşıyorsun; uzayda mı?

Dış ses: Geçen gün İstiklal’de gördüm bu takımı. Ellerinde evleri ve davullarıyla dans ederek eylem yapıyorlardı? Destekçileri de onları alkışlıyordu. Hepsi çok tuhaf geldi bana.

İç ses: eee… Görmüşsün işte. Ne anlattıklarını anlayamadın mı hâlâ?

Dış ses: Eylem yaparak bir şeyleri değiştirebileceklerini mi zannediyorlar? Konuya vâkıf değilim ancak her türlü örgüte ve eyleme karşıyım.

İç ses: Ne istiyorsun peki ‘dış egemen ses’? Sessiz kalıp üzerimizde oynanan oyunlara göz yumulmasını mı? Şimdi sen ‘oyun mu, o da ne?’ falan dersin. Yeri geldiğinde ‘bidon kafa’ yeri geldiğinde de ‘göbeğini kaşıyan adam’ derler sonra sana alimallah… İstemezsin herhalde böyle anılmak. O halde açmak lazım sana konuyu açmak…

Dış ses: Hıı… Eğer bunların dertleri, IMF ile Dünya Bankası’nın 2009 yıllık toplantısını İstanbul’da yapacak olmalarıysa; buna hepten karşıyım. O kadar kriz yaşadık. Bakalım, ne kararlar alınacak? Binlerce kişi İstanbul’a gelmiş; oteller dolmuş. Bu da aynı reklamlardaki gibi ‘Alın, verin, ekonomiye can verin’ demek… Para demek, para…

İç ses: Evet, bu toplantıya ve beraberinde sermayenin dayatmalarına karşı çıkıyorlar; kapitalizmin talan ettiği yaşamsal konulardan biri olan barınma ve kamusal alan ihtiyaçlarını dile getiriyorlar. Yaşadıkları kentin anti-demokratik bir biçimde bölge halkına sorulmadan değişime, dönüşüme uğratılmasını protesto ediyorlar. Kim oldukları önemli değil. Birilerini uykularından uyandırmaları bile önemli değil mi sence?

Dış ses: Beşer şaşar; bu konu da beni aşar… Ben yavaştan kaçar…

29 Eylül 2009 Salı

Man Booker ödülünü kim alır?

Anglo Sakson dünyasının en önemli edebiyat ödülü Man Booker’ın açıklanmasına sayılı günler kaldı… 28 Temmuz’da 13 romandan oluşan uzun aday listesinin açıklanmasının ardından 8 Eylül’de de finale kalan altı yazar açıklanmıştı. Finale kalanlar arasında İngiltere'de 2009'un iki çok satan yazarı Hilary Mantel ile Sarah Waters'ın yanı sıra kazanırsa 3 kez ödül alarak Booker tarihinde bir ilke imza atacak olan J. M. Coetzee gibi kıdemli yazarlar da var. 2009 Man Booker Ödülü’nü kazanan yazar ise gelecek hafta yani 6 Ekim’de açıklanacak. Ödülü alan yazar, 50 bin poundun da sahibi olacak. Ayrıca listedeki altı yazarın her birine 2 bin 500 pound para ödülü verilecek…

Aday listesinde yer alan kitaplar ve yazarlar şöyle:

A S Byatt “The Children's Book”
J M Coetzee “Summertime”
Adam Foulds “The Quickening Maze”
Hilary Mantel “Wolf Hall”
Simon Mawer “The Glass Room”
Sarah Waters “The Little Stranger”

28 Eylül 2009 Pazartesi

Paranın merkezi Vatikan’ın gerçekleri…


Uzun zamandır “Detail Points” okuyucuları için bir “Vatikan” dosyası hazırlamayı düşünüyordum. Kitle iletişim araçlarından da takip ettiğimiz üzere Vatikan’la ilgili o kadar çok şey yazılıp çizildi ki bunlardan hangileri gerçek, hangileri yalan karıştırır olduk. “Vatikan, Mussolini ile anlaşarak servetin kapısını araladı mı?”, “Nazi altınlarıyla Vatikan arasındaki ilişkiler ne şekildeydi?”, “Savaş sonrası Kilise holdingleşti mi?”, “FBI ve Interpol’ün ortaya çıkardığı, 20. YY.’ın en büyük mali skandalı “Ambrosiani olayının arka planı nedir?”, “Papa I. John Paul’ün esrarengiz ölümünün ardındaki sırlar nedir?” ve “Uluslararası uyuşturucu trafiğinde Vatikan’ın rolü nedir?” gibi sorular her zaman merak konusudur. Benim de beynimde oluşan bilgi kirliliğini temizleyebilmek amacıyla geçen yıl Vatikan’ın yolunu tutmuştum. Venedik’ten 00.00’da kalkan Trenitalia’nın hakikaten döküntü diyebileceğim trenlerinden birine binerek, altı saat süren gece yolculuğu yapmıştım. Tren döküntüydü çünkü peronlardaki çoğu koltuk kırıktı, havalandırma çalışmıyordu, ışık yoktu, güvenlik sıfırdı ve tren çok pisti. Venedik’teki çöp sorununu zaten bir kenara not etmiştim.

Son sayımlara göre 60 bin nüfusa sahip olan Venedik’in yılda 20 milyon turist ağırladığını hesaba katarsak bu ciddi bir miktarda turizm geliri demek oluyor. Ayrıca Venedik İtalya’nın sadece bir şehri. Venedik gibi diğer şehirlere de yılda bir bu kadar turist geliyor. Ayrıca İtalya Avrupa’nın meyve, sebze ve şarap ihtiyacını karşılıyor. Ancak yine de elde edilen gelir halka yaramıyor ve şehirlerin genel görüntüsüne bir şekilde yansımıyor…


Sisli bir mayıs sabahı Roma’ya ayak bastığımda ilk iş ‘hostel’a yerleşmek olmuştu. Ardından Colosseum’un yolunu tutmuştum. Yine inanılmaz bir turist kalabalığı beni bekliyordu. İlk gün Roma’da tarihi mekânları turlayarak, şehri ve insanları yakından tanımaya çalışmıştım. İkinci gün ise soluğumu Vatikan’da almıştım. Michelangelo’nun Sistine Chapel’ine yaptığı freskleri bir an için görmek istiyordum. Ancak St. Peters Basilica’sından başlayan yolculuk, Sistine Chapel’inde sona erdiğinden adımlarımın birbirine dolandığını hissetmiştim; tabii ki sabırsızlıktan kaynaklanıyor bu durum. Bazilikanın uzun koridorlarında yer alan yüzyıllık resimler, heykeller ve freskler ziyaretçileri karşılıyor. Sistine Chapel’i ise uzun ama keyifli sanat yolculuğunda insana “beklediğim sıraya değdi” dedirtiyor.


Gelelim asıl meselemize; Vatikan’ın yapısına ve işleyiş sistemine… Hıristiyanlık dininin Katolik mezhebinin yönetim merkezi olan Vatikan, dünyanın en küçük bağımsız devletidir. Tüm güçlerin tek elde toplanması anlamına gelen ‘mutlak monarşi’ye dayalı bir yönetim biçiminin uygulandığı Vatikan’da devlet başkanı Papa'dır. Ayrıca Papa, Katolik mezhebinin ruhani lideridir. 1929'da İtalya ile Kilise arasında Patti Lateranensi antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla ülkenin resmi dininin Katolik dini olduğu ve Roma'nın kutsal bir şehir olduğu ilan edildi. Bu süreçten günümüze kadar yaşananları, FBI danışmanı olarak görev yaptığı yılların birikimiyle Poul L. Williams, “Vatikan Sırları” adlı kitabında okuyucuyla paylaşıyor: “1929’da Papa XI. Pius farelerin cirit attığı sarayında Vatikan’ın en temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bütçeden yoksundu. Ama Vatikan’ın kaderi yine aynı yıl faşist lider Benito Mussolini ile yaptığı anlaşmadan itibaren değişmeye başladı. Şimdi Vatikan’ın sahip olduğu mal varlığı tahmin edilemeyecek boyutlarda. Vatikan Bankası son zamanlarda milyarlarca dolarlık yolsuzluk, uluslararası skandallar, esrarengiz cinayetler, kara para aklama operasyonlarının kaynağı haline geldi. Vatikan Bankası’na yüzlerce dava açıldı. Yine de Vatikan hepsinden sıyrılmayı başardı”…


Yaşanan bu gelişmelerin ardından 1942 yılında kurulan ‘Dini İşler Enstitüsü’nün daha çok ‘Vatikan Bankası’ olarak çalışması söz konusu oldu. Vatikan yönetimi tarafından atanan CEO ve üst düzey yöneticiler, bankayla ilgili raporları kardinal komitesine sunmakla mükellef iken Vatikan Bankası’nın ismi 1980’lerin başında ortaya çıkan finansal skandalla anıldı. Vatikan Bankası’nın en büyük hissedarı olan Banco Ambrosiano’nun 3.5 milyar dolarlık çöküşü gözleri Vatikan yönetimine çevirmeye yetti. Dönemin kurum başkanı Paul Marcinkus, hakkındaki suçlamalara rağmen Vatikan’ın dokunulmazlık zırhına bürünerek, yargılanmamıştı. Banco Ambrosiano’nun Başkanı Roberto Calvi Londra’daki BlackFriars Köprüsü’nde 1982’de asılı şekilde bulunmuştu.

Tam da Williams’ın bahsetmeye çalıştığı olayların yukarıda da benzerlerinin yaşandığına şahit oluyoruz. Küresel finansal krizin ardından dünyanın en gizli finansal kurumları arasında gösterilen “Tanrı’nın Bankası” olarak bilinen “Vatikan Bankası”nın şimdi ise Papa 16. Benedict’in daha şeffaf bir yönetim ısrarıyla denetlenmesi ve revizyondan geçmesi bekleniyor. Ama sadece bu bir bekleyiş…

24 Eylül 2009 Perşembe

Bu ayakkabılar, kopmama yetti!


Geçtiğimiz hafta Brad Pitt İspanya'da düzenlenen Uluslararası San Sebastian Film Festivali’nde karşımıza çıktı. Hem de gayet ciddi siyah takım elbisesinin altına giydiği ilginç ayakkabılarıyla. İlginç çünkü ayakkabıların üzerinde Pitt’in isminin baş harfleri olan B ve P yazılıydı: Hem kocaman hem de sarı renkte. Ayrıca çok da itici… Pitt’in üzerinde sırıtan bu ayakkabıları görünce adeta koptum. Pitt’in ‘image maker’ı hakkında hayranlarının ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum ama benim asıl merak ettiğim konu, Angelina Jolie’nin ayakkabı seçiminde bir rol üstlenip üstlenmediği? Ancak şu bir gerçek ki bu ayakkabılarla Brad Pitt, Sebastian Film Festivali’ne damgasını vurdu!..

Brad Pitt

20 Eylül 2009 Pazar

Goya, 3 Mayıs’ta ne anlatmak istemiş?

Goya, 3 Mayıs 1808, Madrid. Tuval. 1814. Goya’nın Fransız işgaline karşı İspanyol direnişini belgelediği bu dramatik eseri, Wellington Fransız işgal güçlerini geri püskürttükten sonra yapılmıştır ve saray ressamlığının ilk dönemindeki tasasız ve neşeli üslubundan çok farklıdır. Goya’nın bu eseri Museo del Prado’da görülebilir.

Kendisine silah doğrultulmuş bir halkın surat ifadesi nasıl olurdu? Bir tarafta işgalciler, diğer tarafta ötekiler, alt tabaka yani halk… Bu iki uç mesafede işgalcilerin ördüğü duvar karşısında insanların yüz ifadeleri, bakışları ve direnişiyle İspanyol ressam Goya, ne anlatmak istiyordu 3 Mayıs’ta?

2-3 Mayıs 1808 olaylarını, Fransız istilası karşısında İspanyol halk direnişini, acımasız misilleme olarak gerçekleşen kitlesel idamları belgelemeye çalışan Goya, yerde kanlar içinde yatan insanların ölmeden önce verdikleri mücadeleyi ve cesurca karşı duruşlarını fırçasıyla günümüze taşımış. 3 Mayıs’ta işgalciler karşısında diz çökmesine rağmen askerlerden daha büyük resmedilen, kolları iki yana doğru açık İspanyol sivilin üzerindeki beyaz gömlek ve sarı pantolon da derin anlamlar taşıyor… Karanlık kısımda kalan güçler karşısında aydınlık kısımda kalan sivillerin doğruluğunu vurgulamaya çalışmış Goya. Fransızlar ve İspanyollar arasında patlak veren bu savaşın benzerleri, günümüzde de yaşanıyor. Goya, bu gidişe “dur” dercesine konuşturmuş fırçasını… Ancak ne çare; durmuyor, haksız işgaller karşısında masum insanlardan akan kan…

Kimdir Goya?


Francisco Goya y Lucientes (1746-1828) ressam olarak eğitimini doğduğu şehir olan İspanya’nın Zaragoza kentinde aldı. 1775’te Madrid’e yerleşmeden önce Roma’yı (1770-1771) ziyaret etti. 1786’da saray ressamı olarak atandıktan sonra kraliyet sarayları için duvar halısı kartonları tasarladı; Kral IV. Carlos ve kraliyet ailesi için birçok portre yaptı. Ancak 1792 yılında Goya’nın resimlerinde köklü değişimler baş gösterdi.

Goya’nın geçirdiği ciddi hastalıklar ve İspanyol toplumunun liberal reformcu unsurlarla ilişkileri, eserlerinde üslup, içerik ve yaklaşım açısından gelişen yeniliklere katkıda bulundu. 1794 yılında Akademi için akıl hastanesindeki hastaları ve bir diğer hastanedeki yaralı askerleri betimleyen bir dizi resim yaptı.

İleriki dönemlerde özel gravür dizilerinde kendi düş dünyasını yansıttı. Savaşın Felaketleri’nde (1810-1813) silahlı çatışmaların acımasızlığına ve yararsızlığına ilişkin kişisel dehşet duygularını görselleştirdi. Son çalışmaları evinin duvarları için yapılan Kara Resimlerdir. Goya’nın dinsel ve mitolojik sahnelere getirdiği yorumu içeren bu kasvetli, vahşi, bazen de acayip resimler, insanlığı aklın sınırlarının ötesindeki eylemlere sürükleyen içgüdüsel ve duygusal güçleri vurguluyor. Goya, 1792 yılında sağır olunca kendi iç dünyasına çekildi. Ölene kadar bu ıstıraplı sessizliğe mahkûm olarak yaşadı.
"Dünya Sanat Tarihi", Mary Hollingsworth, Çev: Rengin Küçükerdoğan, Banu Ergüder, İnkılâp Yayınevi, 2009.

19 Eylül 2009 Cumartesi

Olmuyor, olmuyor…

İETT güzel bir uygulamaya geçmiş… Otobüs duraklarının hemen kenarına yerleştirilen online bilgilendirme sistemiyle artık İstanbul yolcuları, otobüslerin duraklara geliş saatlerini dakikası dakikasına öğrenebiliyor (?). Geçen gün Yenikapı’ya giden otobüsten indiğimde karşı duraktan başka bir yere gitmek için bineceğim otobüs hızla geçmişti. “Kaçırdım şimdi otobüsü, acaba diğeri ne zaman gelecek?” diye düşünürken gözüm duraktaki ekrana takıldı.

Ekranda her hattın olmasa da belli başlı otobüslerin durağa geliş dakikası yazıyordu. Bunların içinde beklediğim otobüs de vardı. Ancak otobüs için 49 dakika beklemem gerektiğini görünce resmen şoke oldum. Mecbur beklemeye başladım ve diğer otobüslerin ekranda belirtilen sürede durağa gelip gelmemelerine dikkat ettim. İlk otobüs, doğru zamanlamada geldi ancak diğerleri belirtilen süreden ya daha önce ya da daha sonra durakta yerini aldı. Uygulama iyi hoş ama İstanbul duraklarında işlemeyince sadece görüntüde güzel kalıyor. Bir de aklıma gelmişken şunu belirtmek istiyorum: Dünyanın hangi yerinde bir insan, 49 dakika otobüs bekler; hakikaten bu da ayrı bir merak konusu…

Onu bunu bilmem; U-Bahn ve S-Bahn gibi yerden ve üstten giden trenlerin yaygın olduğu Almanya ve Avusturya’da bu sistem çok iyi işliyor. Saniye şaşmadan tam belirtilen dakikada duraklarda yerini alıyor trenler… Bu trenler arasındaki bekleme süresi ise beş dakikayı geçmiyor. Ayrıca belirttiğim ülkelerde ara sokaklara dahi tramvayla gidildiği için otobüs kullanımı bizdeki gibi yaygın değil. Otobüs ancak uzun mesafelerde tercih ediliyor. İETT’nin yeni uygulamasını sevdim fakat sistem işlemeyince: "Olmuyor, olmuyor"…

14 Eylül 2009 Pazartesi

Tercihim kırmızı eldiven

Her ne kadar eylül ayında olsak da şunun şurasında kışa ne kaldı. Koca bir yaz, göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Yavaş yavaş kışa hazırlık yapmaya başlayanlar, yeni sezon ürünlere mutlaka dikkat etmeliler. Bu yıl koyu renk uzun eldivenler moda. Eldivenler yün, deri, dantel ve süet olabilir; hiç fark etmez. Benim tercihim ise kırmızı parmaksız yün eldivenlerden yana. Kırmızıyı severim; parmaksız eldivenler de gayet kullanışlı oluyor. Ama spor takılanların biraz daha beklemesi gerek; zira birkaç ay sonra kayak eldivenleri, mağazalardaki yerlerini alacak…

13 Eylül 2009 Pazar

Leonardo da Vinci'den


Dünyada birbiriyle daima savaş halinde olan mahlûklar görülecek, iki tarafta da muazzam zayiatlar, ardı arkası kesilmeyen ölümler yaşanacak. Kinleri sınır tanımayacak; dünyanın uçsuz bucaksız ormanları onların kuvvetli uzuvları tarafından yerlere devrilecek; karınları tıka basa dolduğunda, iştahları bütün canlılara ölüm, ızdırap, meşakkat ve sürgün dağıtarak tatmin edecekler; hudutsuz kibirleriyle cennete yükselmeyi arzulayacaklar ama, uzuvlarının kantar çekmez ağırlığı onları yerde tutacak. Dünya yüzünde, yerin altında ve sularda ardına düşülmedik, altüst edilmedik yahut yağmalanmadık bir şey kalmayacak, bir memlekette olan başka memlekete taşınacak. Bedenleri de katlettikleri bütün canlıların mezarı ve taşıyıcısı olacak.
Ah dünya, neden açılıp atmıyorsun onları uçurumlarınla mağaralarının dipsiz yarıklarına, ki görülmesin cennetin yüzünde böyle bir canavar daha?

- Leonardo da Vinci’nin Defterleri’nden.

6 Eylül 2009 Pazar

Goethe Institut’den “Arşivden seçme filmler II & III”

Goethe Institut, geçen dönemlerde olduğu gibi arşivden filmler sunmaya devam ediyor. Yeni dönem programını yayınlayan Goethe Institut, 22 film örneğinde Alman sinemasının yüz yıllık tarihine bir bakış atmayı amaçlıyor. Bu dönem, Klaus Eder tarafından oluşturulan seçkiyle ilk sessiz filmler (Lubitsch), savaş öncesi (Sternberg) ve savaş sonrası (Käutner) filmler, 60’lı ve 70’li yılların yaratıcı filmleri (Kluge, Fassbinder) ve günümüzün yeni ve gerçekçi (Petzold, Dresen) sineması olmak üzere sinema tarihinin önemli devreleri izleyiciyle buluşuyor.

Bu ayki filmler arasında şunlar yer alıyor:

“Yıldızsız Gökyüzü“
11.09.09
Saat:
19.00
Yönetmen: Helmut Käutner
Oyuncular: Erik Schumann, Eva Kotthaus, Georg Thomalla, Horst Buchholz

1952/53 yıllarında fabrika işçisi Doğu Alman bir kadınla Batı Alman bir sınır polisi arasında geçen trajik bir aşk hikâyesi. Film soğuk savaş yıllarında Batı’da çevrilmiş olmasına rağmen hiçbir karesinde Batı’nın hizmetine girmediği gibi, bütün ideolojilerin ötesinde insanlığı arar.

“Köpenickli Yüzbaşı“
18.09.09

Saat: 19.00
Yönetmen: Helmut Käutner
Oyuncular: Heinz Rühmann, Martin Held, Hannelore Schroth, Ilse Fürstenberg

Wilhelm Voigt’in kabarık bir sabıka sicili vardır. Hapishanede ayakkabıcılık zanaatını öğrenir, askeriye ve özellikle de üniformalar üzerine kitaplar okur. Hapisten çıktığında ne işi, ne de resmi evrakları vardır; bir eskiciden bir yüzbaşı üniforması alır ve birkaç onbaşıyla birlikte küçük bir kent olan Köpenick’in belediye binasını işgal eder. Burada evraklarını düzenlemedikleri için devlet kasasını çalar ve ortadan yok olur. Köpenick’le ilgili bu hikâye gerçektir, 1906’da gerçekleşmiştir. Carl Zuckmayer bu konuyla ilgili bir tiyatro eseri yazar, Helmut Käutner de halk oyuncusu Heinz Rühmann’la oyunu filme çeker. Film yurtdışında da 50’li yılların en başarılı eğlence filmlerinden biri olur.

“Geçmişe Veda“
25.09.09
Saat:
19.00
Yönetmen: Alexander Kluge
Oyuncular: Alexandra Kluge, Günther Mack, Hans Brammer, Eva Maria Meineke

Yahudi Anita G., ‘öbür taraftan’dır. Elinde bir valizle, bilmediği bir ülkeyi keşfetmesine neden olacak yabancılarla tanışır. Bu ülke 1966 yılının Batı Almanyası’dır. Anita bir Doğu Alman olarak henüz yüzleşilmemiş bir tarihin simgesidir ve bu nedenle Batı Alman toplumuna başarılı bir biçimde uyum sağlayabilmek için gerekli koşullara sahip değildir. Her iki tarafa da uymayan özelliklerinin olması, onun suçu değildir. Yoluna çıkan engeller, günlük yaşamın grotesk anlarını derin bir algıyla aktaran belgesel kalitesinde sahnelerle aktarılır izleyiciye.

Goethe-Institut
Yeni Çarşı Cad. 32
Beyoğlu - İstanbul
Almanca, Türkçe altyazılı
Giriş ücretsizdir
www.goethe.de/istanbul

5 Eylül 2009 Cumartesi

Fener ve Balat’ın akıbeti


Elimizde kamerayla İstanbul'un kültür hazinesi Fener ve Balat’ın yokuşlu ve taşlı sokaklarında zamanında çekim yapmıştık; bölgenin eski ve yeni yaşamını sorgulamak amacıyla… Kameranın önüne atlayan kadınlar, çocuklar mı dersiniz, sokaktan bir yabancının geçtiğini sanki hisseden peçeli kadınların perde arkasındaki kaçamak bakışları mı dersiniz ya da sokak satıcılarının konuşkan tavırları mı dersiniz; Fener ve Balat’ı ilginç kılan özellikler... Bunlarla da bitmiyor bölgenin dikkat çekici yönleri: Cirit atıyor çocuklar, sokakların bir başından bir sonuna… Mutlaka bir dizi setine de rastlanılır, bu kültürel dokunun ortasında… Karşıdan karşıya makaralarla gerilen iplerden sarkan renk renk çamaşırlar, evlerin de rengârenkliğiyle birleşince yaratır ahengi… Bu anları dondurmak, fotoğraflamak ve saklamak ister insan… Bir de Fener Rum Lisesi’nin eteklerinden Altın Boynuz’a göz kırpmak ister…

Osmanlı zamanında Rum ve Musevilerin yoğun olarak yaşadıkları bu yerler, adeta bir azınlık bölgesiydi; Rum evleri, kiliseleri ve okullarıyla… Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Musevi ve Rumların azalmasıyla bölgeye Türkler yerleşmeye başladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede Haliç kıyısı boyunca sanayi kuruluşları ve atölyeler kuruldu. İş alanlarının genişlemesi ise Fener ve Balat’a olan göçün artmasına neden oldu. 1980’li yıllara gelindiğinde yoğun olarak yaşanan göç dalgası, Fener ve Balat’ın çehresini değiştirmeye yetmişti. Varoş kültürü olarak adlandırılan bir yaşamın hâkim olduğu bölgede gerçekleştirdiğimiz çalışmalar sırasında; Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), “Tarihi Yaşam Alanlarını Koruma” projesini yeni hayata geçiriyordu. Birçok yaşama ev sahipliği yapmış olan tarihi evlerin yıkılmasını önlemek amacıyla uygulamaya konulan bu projeyle Fener ve Balat’ın yeniden canlandırılması hedeflenmişti.


Çeşitli çevrelerin eleştirisini alan projenin her aşaması açıkçası merak konusu olmuştu. Ancak şunu söylemek isterim ki aradan geçen altı yıla rağmen eleştirileri haklı çıkarırcasına proje, istenilen aşamaya gelemedi. Dün Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haber de bu tespiti doğrular nitelikte: “Fener, Balat, Ayvansaray’da yaşayan bazı mülk sahipleri, kendilerine Fatih Belediye Başkanlığı tarafından geçen ay gönderilen tebligatla evlerinin bulunduğu bölgenin 2006 yılında “Yenileme Alanı” ilan edildiğini ve bu kapsamda yıkılarak otel, kültür merkezi, kafe, restoranlara dönüştürüleceğini öğrendiler. Yenileme projesinin 2007 yılında Çalık Grubu’na ihale edildiğini öne süren ve evlerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalan semt sakinleri, UNESCO’nun bölgede örnek proje olarak hibe kredi ile restore ettirdiği 13 evin bile proje kapsamında yıkılacak olmasına tepki gösteriyorlar”. Üç yıl önce alınan bu kararla “yenileme alanı”na giren yapıların yüzde 48’inin işlevinin değişecek olması ise akıllarda yine birçok soru işareti bırakıyor. Yıllardır bölge üzerinde dönen oyunların son dalgası olan bu çalışmaların Fener ve Balat’ın kültürel dokusunu bozmasına sessiz kalmayalım…

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Artık The Proclaimers gelsin

Charlie ve Craig Reid kardeşlerin 1987 yılında kurduğu bir İskoç rock grubu olan The Proclaimers, bu yıl Notes & Rhymes ile karşımıza çıktı. Benny and Joon’da I Would Walk (500 Miles) parçasıyla gönülleri fetheden grubun I’m On My Way, Get Ready ve Irish Girls Are Pretty gibi birçok eğlenceli şarkısı bulunuyor. Bu parçaları dinleyin herkese de dinlettirin efendim ilaç niyetine gayet iyi gidiyor; neşeye de neşe katıyor. Bu komplimanların ardından grubu yeni tanımaya başlayacaklar için söylüyorum; şüphesiz kaliteli bir grup sizi bekliyor… The Proclaimers’ın bu yıl ki konser programına da şöyle bir göz gezdirdim. Maalesef Türkiye görünmüyor ancak ben en kısa zamanda grubun ülkemize gelmesini ve coşku dolu bir konser vermesini umut ediyorum.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Lüküs Hayat’a tekrar gitmem lazım

Şehir tiyatrolarının Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde 1997 yılında izlemiştim Lüküs Hayat müzikalini… Oyunun özellikle bu sahneye gelmesini beklemiştik çünkü bir başka havası, kokusu vardı Muhsin Ertuğrul’un. Her perde açılışında daha da bir etrafa yayılırdı tiyatro kokusu. Türk toplumunda yaşanan Batılılaşma sürecinin tam ortasına düşmüş insanların gülünç ama düşündürücü öyküsünün anlatıldığı Lüküs Hayat, güncelliğini koruyan ve siyaset gibi birçok konuya eleştirel yaklaşan bir oyundur. Ekrem Reşit Rey’in yazdığı Haldun Dormen’in yönettiği bu oyunun müzikleri ise besteci Cemal Reşit Rey’e aittir.

O vakit Lüküs Hayat’ı izleyecek olmanın ben de yaratmış olduğu ruh halini inanın anlatamam. Sanatıyla sahnede devleşen usta tiyatrocular Suna Pekuysal ve Zihni Göktay’ı gördüğüm zaman yaşadığım heyecan çok farklıydı. Perde arkasında perde, sis ve gizem adeta seyirciyi daha çok oyunun içine çekiyor, oyuncuların enerjisiyle ortalık yıkılıyordu bittabi alkıştan. Ne de olsa ayrılmaz ikiliyi aynı sahnede görmek öyle herkese kısmet olmamıştır.

Geçen yıl talihsiz bir kaza sonucunda Suna Pekuysal aramızdan ayrıldı. Zihni Göktay’ın can yoldaşının naaşı başındaki çaresiz halini unutmak mümkün değil. Suna Pekuysal, aralıksız 14 yıl Zihni Göktay ile birlikte sahne almıştı efsane oyunda; “Sanatçının emeklisi olmaz” diyerek… Ve öyle de yaptı, son nefesine kadar tiyatro, film ve televizyon dizilerinde sanatını konuşturdu. Ruhu şad olsun!


Zihni Göktay, büyük bir kararlılıkla ve asil duruşuyla ‘Rıza’ rolüne hayat vermeye devam ediyor Lüküs Hayat’ta. Tam 25 yıldır sahnelenen bu oyunda dansları ve gündeme uygun esprileriyle Göktay, tek kelime şikâyet etmeden sanatını icra ediyor. Geçen günlerde Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde izleyiciyle buluşan oyunu bu yıl tekrar izleyeceğim. Aradan geçen 12 yılda değişen esprileri duymak, oyuncuları görmek ve Zihni Göktay’ın oyunculuğuna bir kez daha şahit olabilmek yine benim için ayrı bir deneyim olacak. Bu oyuna hâlâ gitmeyenler varsa çok şey kaçırdıklarını söylemek isterim…

Sanat hayatı boyunca başarılı birçok çalışmaya imza atan Göktay’ın hayat mücadelesine de değinmeden geçemeyeceğim. Türkiye’de sanatçı olmanın bedeli ağırdır ve Göktay da bu bedeli maalesef ödüyor. Lüks otomobiller, yatlar, katlar almak için değil, sırf günlük ihtiyaçlarını karşılamak için televizyon dizilerinde rol alıyor. Görüyorsunuz bu ülkede alkışlarla ayakta duran emektar sanatçılarımız öyle sandığımız gibi milyon dolarlar kazanmıyor. 500 bin TL’lik vergi borcu nedeniyle içine düştüğü sıkıntıya daha fazla dayanamayan usta tiyatrocu Gazanfer Özcan da bu yıl aramızdan ayrıldı. Ve biz de toplum olarak yaşarken değerini bilmediğimiz sanatçılarımızı, vefatlarının ardından anar olmaya alıştık. Ama diyorum ki alışmayalım. Zihni Göktay, Erol Günaydın, Genco Erkal gibi tiyatroya gönül vermiş nice sanatçımızın yaşarken değerini bilelim, oyunlarına gidelim, alkış tutalım…

23 Ağustos 2009 Pazar

Düşünce üzerine sorular…


Akşam gazetesi yazarı ve felsefe profesörü Ahmet İnam, bugünkü yazısında “DÜŞÜNCE”nin neresinde olduğumuzu sorguluyor. Toplum ve birey olarak ne kadar düşünce üretimine katkıda bulunduğumu bizlere sorgulatan bu yazı gözden kaçmamalı. Her türlü düşünceye saygı göstermenin ötesinde kendi özgün düşüncelerimizi de ‘suskunluk sarmalı’na girmeden ifade edebilmeyi gerçekleştirebilirsek düşüncenin önündeki bir takım engelleri kaldırmış oluruz. Aşağıdaki soruları bir de siz kendinize sorun bakalım bunların cevaplarını verebilecek misiniz?

“Toplumlar arası düzlemde neredeyiz?
a) Dünyadaki düşünce üretimine katkımız var mı?
b) Bir düşünce alanımız olduğundan, bu alanımızın varlığından dolayı öteki toplumlardan saygı görüyor muyuz?
c) Kendi yaşam deneyimlerimizden kendimize özgü ürünler vermiş geçmişimizden yola çıkıp dünyadaki düşünce alanına kendimizle, kendi gözlüklerimizle gördüklerimizi ortaya koyarak sesimizi duyurabiliyor muyuz? Alışılmış anlamıyla, yerelden evrensele çıkışımız nasıl olacaktır?
d) Öteki kültürlerle ilişkilerimizde, onlara bizim gözümüzle nasıl göründüklerini anlatabiliyor muyuz? Bu anlattıklarımız ilgi uyandırıyor mu? Hep onların gözüyle kendimizi görmeye ahmış bir toplum olarak, bizim kendi gözümüzle gördüğümüzü düşünceye dönüştürerek, dışımızdaki kültürleri kendi açımızdan yorumlamak, bu yorumlarla o kültürlerde etki yaratmak, ilgi uyandırmak bize çok uzak gibi geliyor. Türkiye 'düşünce ülkesidir' diyecekler mi bir gün bize? Bu düşüncenin neresindeyiz? Bir dikili düşünce ağacımız olacak mı toplum olarak bu dünyada?”

Ah güzel İstanbul! 3. köprü yolda


Bu ay hafif rüzgarlı, güneşin öyle çok yakmadığı bir gün boğaz turuyla İstanbul’un kıyılarını tek tek inceledim. Eminönü’nden yola çıkan vapur Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Kuleli Askeri Lisesi, Anadolu Hisarı’ndan Rumeli Hisarı’na geçerek Bebek, Arnavutköy, Ortaköy, Beşiktaş, Kabataş ve Karaköy’den kalkış yerine döndü. Sizi bilmem ama bana büyük bir keyif veriyor; İstanbul manzarasıyla göz banyosu yapmak. Ne de olsa bu kentin evladıyım; bir başka seviyorum şehrim İstanbul’u. Kendisiyle arada kavga etsek de barışmamız fazla uzun sürmüyor; her defasında hak veriyorum ben bu şehre. Ve karşılıklı konuşuyoruz, dertleşiyoruz İstanbul’la.

Köpük köpük dalgalanan deniz başımı döndürürken bu yolculukta, özellikle Kuzguncuk’tan başlayarak ormanla bütünleşen kıyılarda aynı elden çıkan evler, batıyor gözüme… Ormanın içine ev yapmak… Hakikaten düşündürücü. Nasıl bir imar iznidir bu; nasıl bir denetimdir? Yavaş yavaş ormanlık araziye karışan konutlar, bir sefer tası gibi yükseliyor. Biz uykudayken, işteyken, yolda yürürken, şehir turundayken oluyor bütün bu katliam; sessizce… Yok oluyor yeşili gitgide gözbebeğinin.

2010 Avrupa Kültür Başkenti ama bitmiyor İstanbul’umun inşası, ormanlarının katliamı, yol derdi. Üzerinde türlü türlü oyunlar oynanıyor. Herkes kafasına göre bir bir çivi çakıyor, 13 milyon nüfuslu sahipsiz şehrime. Bunun içindir ya sürekli şikayet ediyor İstanbul; gözleri dolu dolu olmuş gene görüyorum. Ağlıyor İstanbul; “duyun sesimi” diyor… Duymak ne kelime, daha çok yok ediyoruz, yağmalıyoruz elimizdeki güzellikleri…


Türlü bahanelerle yıllardır sürekli karayoluna yapılan yatırımın kölesi oldu İstanbul. “Bu şehrin yolları rampalı, raylı sistemi kaldırmaz” diyerek, asfaltı döşedik; otobüslere yatırım yaptık, metrobüsü hayata geçirdik, hem de Hollanda’dan getirttik defolu araçları… Örnek almadık; rampalı yollarda dahi raylı sistemi hayata geçiren diğer ülkeleri. Burnumuzun dikine kendi bildiğimizi okuduk, hala da okumaya devam ediyoruz. Hem insanımıza hem İstanbul’a eziyet ediyoruz...

Şimdi de 3. köprüyü yapmaya çalışıyorlar bu şehre. Düşünün kuzeye daha kuzeye ‘açılımda’ bulunan bir İstanbul. Köprünün Tarabya-Beykoz güzergâhında inşa edileceğinin açıklanmasıyla İBB İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı Şehir Planlama Müdürlüğü’nün projeyi onaylamadığı anlaşıldı. Müdürlükçe hazırlanan 1/100 bin Ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı Raporu’nda “Karayoluyla sağlanmış bir boğaz geçişinin İstanbul’un kentsel gelişimi açısından olumsuz sonuçları, Fatih Sultan Mehmet (FSM) Köprüsü geçişi sonrasında deneyimlenmiştir. İstanbul’un doğal eşikleri benzer bir süreci yaşayamayacak kadar hasar görmüştür” deniliyor.


Ayrıca raporda İstanbul genelinde demiryolu ve denizyolu ağırlıklı toplu taşıma sisteminin kurulması gerektiğine vurgu yapılarak, devletin kentin doğal tarihi yapısını bozacak kararlarından kaçınması gerektiğinin altı çizilmiş. Kentin kuzeye doğru büyümesi halinde çevresel sürdürülebilirliğin tehlikeye gireceğine dikkat çekilen raporda su toplama havza alanlarının ve ormanların daha fazla yok olmasına neden olacak gelişmelerden kaçınılması gerektiği de belirtilmiş. Yine köprünün bağlantı yollarının inşası sonrasında oluşacak kirlilik nedeniyle İstanbul’un içme suyu ihtiyacının yüzde 40’ını karşılayan Ömerli Barajı ile Elmalı Barajı’nın ciddi anlamda risk altında olduğu vurgulanıyor.

Bir taraftan TOKİ ve diğer girişimcilerin Çatalca, Silivri ve Büyükçekmece havzasının imara açılması için çalışmalar yürütmesi kulislerde dolaşan bilgiler arasında. Silivri’ye havalimanı yapılmak istenmesi ise bu planın boyutlarını bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Geçtiğimiz günlerde ormanlık alanlarda Ocak 2009’dan bu yana çalışma yapmaları yasaklanan madencilere yeniden ‘orman vizesi’ de verildi. Bu alanlarda maden arama ve işletme faaliyetini önleyen Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’a karşın yürürlüğe konan kararlar, beni ürkütüyor. Yangından mal kaçırır gibi alınan bu kararlara karşı gelebilecek sivil toplum kuruluşları ise parmakla sayılamayacak kadar az. Doğa Derneği ve TEMA Vakfı’nın göstermiş olduğu kararlı tavrını kutluyorum. Ancak toplumun bu gerçekleri, bir an önce görmesi gerekiyor. Yoksa İstanbul daha çok ağlayacak gibi duruyor…

22 Ağustos 2009 Cumartesi

İtaatsiz bir gangster: John Dillenger…


Johnny’nin akıllarda direkt bir hatlar karıştıran ve suçlu görüntüsü uyandıran afişteki duruşu, açıkçası yetmişti Public Enemies’i (Halk Düşmanları) merak etmeme… Bunun üzerine filmin hemen fragmanını izlemiş ve Depp’in canlandırdığı gerçekte de var olmuş John Dillenger karakterini yakından tanımaya çalışmıştım. Usta minimalist Michael Mann’in yönetmenliğini yaptığı bu filmde FBI ajanı rolündeki Melvin Purvis’i Christian Bale’in canlandırması ve Edith Piaf’ın hayatını anlatan La Môme (Kaldırım Serçesi) ile yakından tanıdığımız Marion Cottilard’ın da Billie Frechette karakteriyle karşımıza çıkması, haliyle filmden beklentileri yükseltmişti.

John Dillinger’ın 1933’te Indiana Eyalet Cezaevi’nden firarıyla başlayan film, Chicago Biograph Sineması’nda “Manhattan Melodrama”yı izledikten sonra caddede FBI ajanları tarafından vurularak öldürülmesiyle son buluyor. Dillinger ile ajanlar arasında yaşanan 14 aylık bir koşuşturma, başarılı bir bakış açısıyla kameraya çekilmiş. Klasik Amerikan gangster filmlerine başka bir açıdan yaklaşarak bugüne yorum getirmek için de önemli mesajlar içeren Halk Düşmanları’ndan beklentim karşılığını buldu diyebilirim.


Christian Bale

Hapishanelerden ‘şaka gibi’ kaçma eylemleri gerçekleştiren Dillenger’ın otoriteyle açık biçimde dalga geçerek, birçok insanın sempatisini kazanması, Türkiye’de benzer olayların yaşanması nedeniyle bize hiç yabancı gelmedi. Gazeteci Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca da 1979’da Maltepe Askeri Cezaevi’nden firar etmemiş miydi? Yine gazeteci Hrant Dink’in katili Ogün Samast da bazı çevrelerin sempatisini kazanmamış mıydı?

Bunların yanı sıra filmde akıllarda kalıcı birçok sahne mevcut. Dillinger'ın kendisinden son derece emin adımlarla elini kolunu sallayarak Chicago Polis Departmanı’na girerek, kendisini arayan özel ekibin yanı başında cirit atması, onlarla konuşması ve buna rağmen hiç kimsenin Dillenger’ı tanımaması filmin önemli sahnelerinden biriydi. Ayrıca hiç beklemediği bir anda sevgilisinin yakalanmasının ardından polisler tarafından fark edilmeyen Dillenger’ın arabayla gittikçe kendisinden uzaklaşan sevgilisine yönelttiği bakışlar ve kamera geçişleri de görülmeye değer. Dillinger’ın hapishaneden kaçarken kullandığı arabanın kırmızı ışığa takılmasını ve bu süre zarfındaki bekleme anını çarpıcı bir şekilde sahneye koyan Mann’in yönetmenliğine bir kere daha hayran kaldım.


Film boyunca Amerikan polisinin saç baş yoldurtan ahmakça tutumuyla dalga geçen Dillenger’ın yakalanması için özel olarak görevlendirilen Melvin Purvis’in temsil ettiği devlet güçlerinin finalde bir göçmen kadını tehdit ederek hedefe ulaşması, bugün de değişmeyen temel yargıları pekiştiriyor.

Amerika’da suç işleyen, suç üreten bu insanların ortak özelliklerinin sonuna kadar aşık olmaları, sevmeleri; en iyi giysiler giymeleri, son model arabalar kullanmaları ve her şeyden önemlisi hayattan zevk almayı bilmeleri ise filmde vurgulanmak istenen başka noktalar… Hızla kazandıkları parayı hızla yiyen bu gangsterlerden sadece biri olan Dillinger’ın ölüm anında söylediği kelimeler de filmin duygusal yönünü ortaya koymaya yetiyor: “Elveda Siyah Kuş”.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Yılın sayfası


Bugün Radikal gazetesinin yorum sayfasında editörlerin gözünden kaçan bir hata vardı. Başlığın üzerindeki yorum şöyleydi: "Hakan abi, bunu koyarsan tek koyarsın, koymayacaksan da sıradaki iki yazıyı beraber koyarsın..."
"Spinoza: 'Hey, Or'da Kimse Yok Mu?'" başlığının üzerine bu yorum iyi gitmiş. Gazetede demek ki bu hatayı görecek kimse yokmuş... Yılın bu sayfası kesinlikle saklanmalı...

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Kediler, zeki hayvanlar vesselam!


Yavru Sylvester

NTV Yayınları'nın bildiğimiz her şeyin aslında yanlışlıktan ibaret olduğunu bizlere kanıtlayan Cahillikler kitabının ikincisi geçtiğimiz ay yayınlandı. İngiliz yazarlar John Lloyd ve John Mitchinson tarafından kaleme alınan kitapların ilkinde yaygın kanılarla ilgili yanlış bilgilerimizin ve yanlış anlamalarımızın kapsamlı bir listesi sunuluyordu. İkinci kitapta ise hayvanlar âlemiyle ilgili bilinmeyen sırlar gün ışığına çıkıyor. Çevirisini Mehmet Evren Dinçer ve Nıvart Taşçı’nın yaptığı kitapta özellikle kedilerin anlatıldığı kısım oldukça dikkatimi çekti. Bu bölümde hayvanlar içerisinde “en tarif edilemez” diye tanımlanan kedilerin günün yüzde 85’ini kesinlikle hiçbir şey yapmadan geçirdiğini öğreniyoruz. Yemek yemek, su içmek, öldürmek, dışkılamak ve çiftleşmek zamanlarının sadece yüzde 4’ünü alıyormuş. Kalan yüzde 10’u etrafta dolanarak harcayan bu yaramaz canlılar, arta kalan zamanlarda ya uyur ya da öylece otururlarmış. Araştırmalar, kedilerin kişilik farklılıklarının yeryüzündeki diğer tüm hayvanlardan daha geniş bir yelpazede çeşitlilik gösterdiğini kanıtlıyor. Özellikle rahatları bozulduğunda kedilerin yapamayacağı şey yoktur. Sahipleri tarafından terk edildiği halde yüzlerce kilometre öteden evin yolunu bulabilen kediler, zeki hayvanlar vesselam.


Kitapta koalalarla ilgili de bir hayli ilginç bilgi yer alıyor. Yavrularını kendi dışkılarıyla besleyen bu sevimli hayvanlar, bütün memeliler arasında en küçük beyne sahipmiş. Yakın zamana kadar bu hayvanları yiyen Avustralya yerlileri yani Aborijinler, koalaların soylarının tehdit altında olduğu ilan edildiğinden bu yana avlanmayı bırakmışlar. Bilimsel adı Phascolarctos cinereus, “kül rengi keseli ayı” anlamına gelen koalalar, ne ayı ne de keseliler sınıfına ait. Onlar vombatların yakın akrabasıymış. Kürk ticaretine kurban giden bu hayvanların bugün sahip oldukları kutsallık niteliklerine rağmen nüfusları 100 bin’e kadar düşmüş durumda.

*Kitapta ayrıca
“Ağustos böcekleri sayı sayabilir
Albatroslar hiç durmadan 10 yıl boyunca uçabilir
Kutu denizanasının 24 gözü vardır
Filler koşamaz
Kazlar ölülerinin ardından yas tutar
Koalalar hiç su içmez
Sülüklerin 34 tane beyni vardır
Istakozlar 100 yıl yaşayabilir
Fareler cinsel ilişki esnasında şarkı söyler
Örümcek ağı çelikten beş kat daha sağlamdır
Termitler ömür boyu tek bir eşle birlikte olur
Solucanlar nikotine bağımlı hale gelebilir
Kartal saatte 300 km hıza ulaşabilir
Ahtapotlar kavanozları açabilir
Dev kaplumbağa 255 yıl yaşayabilir” gibi birçok enteresan bilgi yer alıyor.

14 Ağustos 2009 Cuma

Josh Groban @ 2008 emmys



http://www.dailymotion.com/video/x6uee0_josh-groban-2008-emmys_shortfilms

Değerli 'Detail Points' takipçileri, eminim ki bu genç sesi tanıyorsunuz ama ben yine de söyleyeyim. Bu sesin sahibi 60. Emmy ödül töreninde sergilediği sempatik tavırlarıyla bizleri büyüleyen Josh Groban. Videonun ortasında 'No take me' diyerek yukarıya uçmak zorunda kalan karizma kukla da Muppet Show'un bateristi 'Animal' :-) Groban hakkındaki tüm gelişmeleri www.joshgroban.com adresinden takip edebilirsiniz...

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Erkekliğin arka planı


“Sürüne Sürüne Erkek Olmak”, askerlik hizmetinin erkekliğin kuruluşunda nasıl bir rol oynadığını ortaya koyuyor.

MİNE ÖZDEMİR

Toplumsal yaşamda farklı biçimlerde inşa edilen erkek kimliğinin üretilmesinde hangi kurumların etkin rol oynadığını sorgulayan sosyolog Pınar Selek, erkeklik kademesine varan yolculuğa feminizmin penceresinden bakıyor. Türkiye’de ‘askerlik hizmetinin' erkekliğin kuruluş sürecindeki etkilerine deneyimler penceresinden göz atmayı hedefleyen bir araştırmadan oluşan Selek’in son kitabı “Sürüne Sürüne Erkek Olmak”, erkeklik miti, şiddet ve iktidar ilişkileri içinde sıkışan varoluşa dair bir tartışma yürütüyor.

Çeşitli sosyal koşullardan, yaşlardan ve mesleklerden oluşan 58 erkeğin askerlik deneyimleri hakkındaki anlatımlarının yer aldığı araştırmayı ise Hüseyin Deniz ve İrfan Uçar üstlenmiş. Erkeklik ve askerlik deneyimlerinin ‘ele güne rezil olmayalım’ kaygısıyla dile getirildiği bu çalışma, 15 başlıktan oluşuyor.

“Toplumun askerliğe biçtiği anlamlar ve zorunlu hizmet süreci genç erkeklerde nasıl bir etkiye yol açıyor?”, “Erkekler nasıl bir arka planla kadınların karşısına dikiliyor?” gibi sorulara da cevap aranan “Sürüne Sürüne Erkek Olmak”ta, sünnet, iş bulma ve evlilikten geçen erkeklik kademeleri net çizgilerle ortaya koyuluyor.

Adam edici nitelikler

Sınıf farkı gözetmeksizin her erkeğin aynı kabın içinde piştiği bir olgu olan askerlikte düzenli eğitim, alıştırmalar, ödül ve ceza uygulamaları yoluyla yeni davranış, giyim, dil kalıpları edinen acemi erkekler, hayatlarını tüzüğe bağlı olarak değişik prosedürlerle sürdürmeye alışıyor. Başta silah kullanmayı, yatak düzeltmeyi, sabah tıraş olmayı, bulaşık yıkamayı öğreniyor; dayak ve küfür dışında, ağaçlara ya da taşa selam vermek gibi cezalara çarptırılıyor.

Tüm bu görevleri yerine getirirken erkekler, sınırlarını zorluyor; şamarı, öfkeyi, bastırmayı, intikamı, hıncı yaşıyor. Askerlik bazı erkeklerin sosyal ilişki yeteneklerini geliştirse de bazılarının içe kapanmasına ve psikolojik sorunlar yaşamasına neden oluyor.

Özetle erkeklik duvarının arka yüzünü biraz daha görebilmeye katkı sağlayan bu çalışmada, askerliğin kazandırdığı ‘adam’ edici nitelikler olarak zorluklarla baş etmek, silah kullanmayı, savaşmayı öğrenmek ve olgunlaşmak gösteriliyor.

Milliyet Kitap’tan

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails