17 Haziran 2009 Çarşamba

Dar vakitlerimde söyleyemediğim sevgim

Su faturasını yatırmanın son günüydü. Okuldan aldığım, kıt kanaat geçindiğim maaşımın yarısını faturalara yatırmaktan bıktım. Öğrencilerim okula gelmeden önce faturayı yatırmak zorundaydım. Saat 11.00’di ama ne çare sıra öğleden önce bitecek gibi değildi. Uzayıp giden kuyrukta dedeler, nineler de sıcak havadan bunalmış bir halde boncuk boncuk terlerini siliyordu. Sıraya sonradan gelen genç bir adamın bakışlarını, birden kendi bakışlarıma benzettim ama hemen anladım bunun niyeti kötüydü. Kimseye çaktırmadan arkadaki sıralardan ön sıralara geçmeyi düşünüyordu. Bir soru soracaktım diyen genç adam gayet kendinden emin adımlarla ön sıraya yerleşti. Halinden gayet bezmiş orta yaşlarda bir kadın da hemen başladı bağırmaya:

- Soru sormak için de sıraya girmelisin. Senin gibi kaç tanesi soru soracağım diye öne geçiyor. Sorusunun yanında faturasını da yatırıyor. Var mı öyle kolayı - dedi.

Şaşkın ve sinirli bakışlarla kadına dik dik bakan genç adam,

- Sen sus be kadın. Sana mı kaldı milletin hangi sırada yer alacağı, soru soracağız dediysek soracağız - diye karşılık verdi.

O dakikada eşarbını düzelten kadın, karşısında pişkin pişkin sırıtan kalabalığa bakarak;

- Adam geliyor arka sıradan, gözümüzün içine baka baka hepimizin önüne geçiyor. Hiç kimsenin gıkı çıkmıyor. Kimse hakkını aramıyor. Olacak iş değil - diye dert yandı.

Dalgın bakışlarla sıraya gireyim mi girmeyeyim mi diye kendi kendime sorarken yirmi dakika sıraya giremeden kavgayı gözledim. Buradan okula yürümem de yirmi dakikamı alacağı için yine faturayı yatıramadan okula gittim.

Günlerim evden okula; okuldan eve bir koşuşturmanın içinde geçiyordu. Öğrenci sorunları, veli toplantıları, maaşın ay başına kadar nasıl yetirileceği gibi telaşların içinde bir öğretmenin hayatı nasıl geçebilir ki? Ben deniz beş yıl önce büyük şehir dedikleri İstanbul’dan tayini Tokat’ın Reşadiye ilçesindeki Saliha Sultan İlköğretim Okulu’na çıkan Ferit öğretmenim. İlk günlerde havasına bile alışmakta zorlandığım bu şehir, sanki çocukluğumdan beri burada büyümüşüm gibi bir kucak açıyordu bana. Dağların, tepelerin ortasında kurulu bir şehir olan Tokat’ın sokaklarındaki evler bana eski İstanbul evlerini hatırlatıyordu. Sokaklarda top oynayan çocukların varlığı, Fener ve Balat’ın yokuş aşağı sokaklarında eski ahşap evlerin arasında koşuşturan çocukların birbirlerine bağırışlarını kulaklarımda çınlatıyordu. Geceleri de güzel olur bu şehir. Ayın en parlak hali gökyüzünde asılı duran bir fener gibi sokakta yürüyen bütün insanlara arkadaşlık eder.

Fatura sırasında yaşananları bir tarafa bırakarak, koşar adımlarla yürüdüğüm okul yolu beni çok yormuş olsa gerek nefes nefese kalmıştım. Öğretmenler odasında bir an önce oturup dinlenmek sonra da derse gitmek istiyordum. Cam kenarında boş bulduğum sandalyeye hemen oturdum ve sandalyeyi biraz daha pencereye yaklaştırdım. Gözlerim bahçede top oynayan çocuklara dalmış gitmişti. Kapıdan çekingen bakışlarıyla iki eli birbirini sıkı sıkı tutan, küçük küçük adımlarla utana sıkıla yürüyen beşinci sınıf öğrencim Zehra geldi. Bir sorunu olduğu her halinden belliydi.

- Efendim Zehra. Bir şey mi söyleyeceksin bana kızım - dedim.

- Şey, şey… - diyerek, ağzında bir şeyler geveleyen Zehra;

- Öğretmenim, okullar açılalı dört ay oldu. Matematik kitabımı annem hâlâ almadı. Arkadaşlarım da artık bana kitaplarını göstermiyor – dedi.

- Bunu neden daha önce bana söylemedin Zehra – diye sorduğumda;

- Kızarsınız diye korktum öğretmenim. Hem benim annemin kitap alacak parası yok ki – diye karşılık verdi.

Okul yönetimi olarak birikmiş aidat paralarını kitap almakta zorluk çeken öğrencilerin masraflarını karşılamak için harcıyorduk. Şimdi bu parayı kullanmanın tam sırası diye düşündüm. Ağlamaklı gözlerle bana bakan Zehra’ya;

- Sen şimdi dersine gir. Ben bu sorunu çözeceğim - dedim.

Müdür yardımcısı Salih Bey’in yanına üçüncü kata çıktım. Zehra’nın durumunu anlattım. Salih Bey gayet güler yüzlü bir insandı. Ancak para için de yapamayacağı şey yoktu. Aidatlarını vermekte zorlanan ailelerden zorla para alır, aidat paralarını ödemeyen ailelerin çocuklarına karnelerini vermezdi. Zehra’nın kitabı için aidat parasından bir miktar vereceğini tahmin etmiştim ama yanılmışım.

- Feritciğim, biliyorsun ki okulun dış yüzeyinin boyanması gerekiyor ve kömür almak için topladığım bu paralar masrafları karşılamıyor. Hem Zehra, beşinci sınıf öğrencisi. Bugüne kadar arkadaşlarının kitaplarını okuyarak gelmiş. Şimdiden sonra da varsın kitapsız okusun. Hem sen ona yardımcı olursun. Bir şeycik olmaz ona – diye konuyu geçiştirdi.

Fazla üstelemeye gerek görmedim. Bu adam için asıl önemli olan paraydı. Su faturamı zaten yatıramamıştım. Ellimde kalan paranın bir kısmını kitap almak için bir kenara ayırdım.

Yine dar vakitlerimden bir gündeydim. Sabah erkenden kalktım. Sabahın serinliğinde ellerim cebimde papatyaların kokusu burnumda Zehra’nın ihtiyacı olan kitabı almak için kitapçıya gittim. Gözlemlediğim kadarıyla resim yapmayı seven Zehra’nın boyası da yoktu. Bir de ona boya aldım. Tekrar okul yolunu tutum. Dalgın bakışlarım hiç kimseyi görmüyordu. Okulun kapısına gelir gelmez çalan zil, “Ders başlıyor, çabuk ol Ferit” diye haber veriyordu. Adımlarımı hızlandırdığım o anda okul bahçesindeki bir bankta oturan genç bir kadının ağlamaklı bir şekilde bana baktığını gördüm. Bakışlarımı ona doğrulttuğumda birden elleriyle gözyaşlarını sildi. Ne olduğunu anlamamıştım. Çaresiz ve zavallı gibi duran bu kadını bizim buralarda da daha önce hiç görmemiştim. Hemen kadının yanına gittim ve dedim ki:

- Özür dilerim, hiç iyi görünmüyorsunuz. Bir sorununuz mu var?

Simsiyah gözleri ağlamaktan kan çanağına dönen kadın,

- Yok bir şey. Sizi de telaşlandırdım. Hem öğretmenliğe başlayacağım ilk gün böyle olmasını istemezdim ama tutamadım kendimi işte - dedi.

- Demek öğretmensiniz. Ben de öğretmenim. İsmim Ferit. Ya sizinki ne?
- Gönül. – dedi.

- Gönül!.. Ne güzel isminiz var. Benim annemin adı da Gönül. Ancak sizlere ömür. Geçen yıl… neyse bahsetmek istemiyorum – dedikten sonra;

- Yaa! başınız sağ olsun. – dedi.

Uzun bir sessizlikten sonra biraz kendisine gelen Gönül’e,

- Gönül Hanım, biraz daha iyiyseniz size okulu tanıtayım mı? – diye sordum.

- Memnun olurum Ferit Bey. – diyen Gönül’e hemen çevreyi anlatmaya başladım.

- Saliha Sultan İlköğretim Okulu adını II. Mahmut’un annesinden alıyor. Zamanın devlet işlerinin yürütüldüğü bir yer olan burası öğrencilerin varlığı ve sesleriyle ayakta kalıyor. Anlayacağınız okulun tarihi bir değeri var. Ama bu yapının değeri bilinmiyor. Okulda benden başka üç öğretmen daha var ve tabii artık sizinle beş olduk. Gönül hanım, Tokatlı mısınız? – soruma karşılık Gönül, gizem dolu hayatından bahsederek cevap verdi.

- Hayır. İstanbulluyum. Tayinim buraya çıktı. Belli nedenlerden dolayı ben de gelmeyi çok istedim. Peki siz, siz buralı mısınız Ferit Bey? – sorusuna karşılık olarak da;

- Hayır. Ne tesadüf ki ben de İstanbulluyum. – dedim.

Bir taraftan soruları cevaplandırıyordum, diğer taraftan da kendi kendimle konuşuyordum.

- İstanbul’un ismini söylerken birden başım döndü. Ne oluyor bana? Tokat’a gelmeden önce başımdan geçen unutmak istediğim her şey gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Aslında beni bu şehre gelmeye iten bir neden var. İstanbul’da öğretmenlik yaptığım okulda Alev adında bir genç kızı deliler gibi seviyordum. Her günümüzü birlikte geçiriyor, İstanbul’un altını üstüne getiriyorduk. Yaşanılan her güzel günün ardından her zaman bir korku kaplar ya insanı benimde içimde bu duygu hiç yok olmadı. Alev, bir yaprak koparır gibi beni hayatından başka bir adam uğruna çıkardı. Üzgünüm o güzel günlerin sonu böyle mi olacaktı diye. Ama sevgi, hiçbir zaman kalbimden eksik olmadı. Hayata da küsmedim onun için. Ama kırıldım, terkedilmişliğin acısını en derinden yaşadım. Geceleri sokaklarında kaybolduğum İstanbul, bana dar geliyordu. O kadının teninin kokusunu duymamak istiyordum. Tanıdık suratlardan da soğuduğum için tayinimi Tokat’a istedim. Yaşadıkça her şeyi daha kolay öğreniyor insan. Parçalanmış bir yürekle yaşamanın üstesinden gelemedim ama geçmişimi hatırlamamak üzere her yolu denedim. Yaşadığım bütün sorunların üstesinden ancak yeni bir şehirde, suratlarını ömrümde hiç görmediğim insanların yaşadığı bir yerde aradım. Söz verdim kendi kendime ne olursa olsun bakışlarını bile hatırlamayacağıma. Anlatamadığım dertlerimi dilime kelepçeledim. Çok gördüğüm sitemlerimin kanımda dolaşmasına izin vermedim. Kalbime bile ‘onu unuttun mu’ diye sormamak için daha güçlü sarıldım hayata. Bazen yalnızlığın sessizliğine alışamasam da teselliyi işimde aradım…

Gönül birden elini omzuma dokundurarak;

- Ferit Bey, iyi misiniz? - dedi.

- Ah sormayın Gönül Hanım, eski günleri hatırladım. Unutmak istediğim eski günleri. – dedim.

Gayet güler yüzlü bir suratla,

- Nasıl buldunuz Tokat’ı? diye sordum.

- Sanki hiç yabancısı değilim buranın. Aslında başta hiç kimse benimle konuşmayacakmış gibi geldi ama… Alakanız için teşekkürler Ferit Bey. - dedi.

- Gönül Hanım, ne demek. Her zaman bir sorununuz olduğunda bana söyleyebilirsiniz. Sakın çekinmeyin. – dedim ve daha fazla mahcup olmasına izin vermek istemedim.

Okulun bütün katlarını Gönül’e gezdirdim. Dersin başlamasına az kalmıştı. Gönül’den müsaade istedim ve elimdeki poşetin içindeki hediye paketine sarılı kitap ve boyayı Zehra’ya vermenin heyecanıyla sınıfa girdim.

Öğrencilerimin çoğunun ders araç ve gereçlerinde eksiklikler vardı ama hiçbiri Zehra’nın gösterdiği cesareti bularak sorunlarını bana söylememişti. Müdür yardımcısının alaycı bakışlarını hatırladıkça, öğrencilerimin kilometrelerce yolu göze alarak okula gelmek için çaba sarf ettiklerini görmek, içinde bulunduğum düzenden nefret etmeme yetiyor da artıyordu bile. Ders bittiğinde Zehra’yı hemen yanıma çağırdım.

- Nasılsın Zehra?
- İyiyim öğretmenim.
- Bunları senin için aldım. Aç bakalım beğenecek misin? - diye sordum.

Gözleri ışıl ışıl parlayan Zehra, sevinçten yanaklarımı öptü. Eline aldığı matematik kitabına sanki uzun zaman önce kaybettiği bir dostunu bulmuşçasına sarıldı. O an ben de çok mutlu olmuştum.

O mutlulukla öğretmenler odasına gittiğim zaman Gönül, camdan dışarı bakarak koşuşturan çocukları izliyordu. Elleri arasında tuttuğu çay bardağından çıkan buhar, sigarasının dumanına karışarak havada adeta dans ediyordu. Gönül’ün bu halleri beni kendisine daha çok bağlıyordu.

Günler günleri kovaladıkça Gönül ile çok iyi arkadaş olduk. Okulda en iyi anlaştığım öğretmenlerden biri olan Gönül’ün bankta ağlamaklı duran hali kafamda hep bir soru işareti bırakmıştı. O günü tekrar hatırlamasını istemediğim için Gönül’e soru sormaktan hep çekindim. Ancak anlamakta güçlük çektiğim bir hal içine bürünmüştüm. Gönül, hayatımda yitirdiğim ve bir daha yerini hiçbir şekilde dolduramayacağımı sandığım kırık kalbimi sıcacık bir gülümseyişiyle etkileyen bir kadındı. Her geçen gün ona daha çok bağlanıyor, her yaptığı hareketi hep kendime yoruyordum.

Her zaman bir bahane bularak, içimi yakan ateşi Gönül’e anlatmaktan çekindim. Belki de yaşadığım eski günlerin tekrarlanmasından korkuyordum. Dersimi başıma gelen olaylardan aldım. Belki de aldığımı zannediyordum. Bunların beni işimde daha başarılı yaptığını düşünüyorum. Olgunlaştığımı da hissediyorum. Öğrencilerime okulda eğitime başladığım ilk günden beri bir baba, abi, arkadaş gibi yaklaşmaya çalışmıştım. Sıkıntıları olan öğrencilerimin sorunlarıyla ilgilenmekten zevk alıyordum. Hem okul içinde etkinlikler düzenliyor hem de İstanbul’daki eğitim sistemini uygulamaya çalışıyordum. Okul yönetimindeki herkes benim bu kararlı ve istekli çalışmalarımdan memnun kalmış olmalılar ki genç yaşta müdür yardımcılığına kadar yükseldim.

Gönül her zaman yaptığım tüm işlerde bana destek oldu. Aşıktım Gönül’e; hem de delilercesine. Ama arkadaşlarımın ve diğer öğretmenlerin bu aşka zarar vereceği düşüncesini de hiç aklımdan çıkaramıyordum. Elime Gönül’ün en sevdiği çiçek olan papatyaları alarak, kapısının önüne gidip ‘seni seviyorum Gönül!’ demek için canımı verirdim. Birazcık zamana ihtiyacım vardı hepsi bu. Ben bu düşünceler içinde odamda dosyaları gözden geçirirken birden kapı çalındı. Gelen Gönül’dü. Ve başladı karşılıklı konuşmamız…

- Ferit, nasılsın?
- İyiyim Gönül. Ben de seni düşünüyordum.
- Beni mi?
- Nedenini sorma. Bunu sana sonra söyleyeceğim.
- Her neyse Ferit, kitabı eksik olan çocuklar için ısmarladığımız kitaplar geldi. Bir ara sen de gel. Öğrencilere kitaplarını verelim.
- Tamam. Hemen geliyorum.

Yıllar önce Zehra’nın matematik kitabı olmadığı için dert yandığım Müdür Yardımcısı Salih Bey’in koltuğunda ben oturuyordum. Zaman ne çabuk geçiyor. Değişmez dediğim düzen nasıl değişiyor. Şimdi Zehra, üniversitede matematik bölümünde okuyor. Öğrencilerime tek tek kitaplarını dağıtırken Zehra’nın yüzü gözlerimin önüne geldi.


O gün çok yorulmuştum. Gönül de İstanbul’dan bir arkadaşının geleceğini söylemişti. Bunun için akşam Gönül’e gidemezdim. Sigaramın dumanından çıkan şekillere bakarak kurduğum hayallerle sabahı etmiştim. Aradan geçen yedi yılın ardından artık Gönül’e onu çok sevdiğimi, onsuz hiçbir şeyin anlamı olmadığını söylemenin zamanı gelmişti. Saat sabahın 10.00’uydu. İçimi kemiren duyguları söyleme anı yaklaşmıştı. Acaba Gönül’ün arkadaşı gitmiş miydi? Olsun bunu da bahane ederek artık daha fazla zaman kaybedemezdim. Elimde bir demet papatyayla yokuş aşağı ikinci sırada bulunan ahşap evin önüne doğru tüm cesaretimi toplayarak, yürümeye başladım. Sokağın başında Gönül acaba nasıl karşılayacak beni, ne diyecek bana diye düşünceli düşünceli kendime sorular da soruyordum. Eve çok az bir mesafe kalmıştı ki ama o ne? Birden kapı gıcırtısı duydum. Gönül’ün yanında bir adam vardı. Gönül’le yanındaki adam sarmaş dolaş arkaları bana dönük yürüyorlardı. Ne olduğunu anlayamamıştım. Gönül’ün arkasından bağırıp yanındakinin kim olduğunu, niçin, nereye gittiğini soramadım. Gözden kaybolan siluetin ardından şaşkın bir şekilde bakakaldıktan sonra gözümden bir damla yaş geldi. Şaşkın ve perişan bir halde Gönül’ün kapısına çiçekleri koymak için gittim. Kapıda bir mektup vardı.

Bana elden bile vermeye tenezzül etmediği mektupta Gönül, ‘Ferit, sana anlatamadığım bazı şeyler vardı. Yanlış anlamalar nedeniyle ayrıldığım ama sevmekten vazgeçemediğim insandan kaçmak için sığındığım bu şehri terk ediyorum. Sana bir şey söylemeden gittiğim için n’olur bana kızma. Sana çok şey borçluyum. Her şey için teşekkürler’ diye yazmıştı. Gözlerimden akan yaşlarla yıkanan kâğıtta yazılan her sözcük, kalbime ok gibi fırlıyordu. Yine terkedilmişliğin ve çaresizliğin içindeydim. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilmeyen kimsesiz bir çocuk gibi hissediyordum kendimi…

Zamanın dakik koşuşturmacasına artık aldırmaksızın derin düşüncelere dalmıştım. Sevgi, artık benim için ne kadar da zordu bu kelimeyi söylemek. Sevgisizliğin olmadığında sevginin değerini anlamama yardımcı olan o kadın, şimdi yoktu. Zamanın peşine takılarak, şimdiyi yaşamadan hep gelecek umuduyla elimdeki değerleri yitirdim durdum. Gönül de yitirdiğim zamanımın, çekingenliğimin ve yanlışlıklarımın solan çiçeğiydi artık. Ayrılıkların ortasında yaşadığım acıları, varlığıyla dindiren sırrımdı. Yüreğimden kopan her hecenin sebebiydi. Şimdi terkedilmiş bir çocuk gibi çaresizim. Sevginin ortasında şeker kamışı elinden alınmış bir çocuk gibi. Gözlerine bakarak uzaklara daldığım, yittiğim, yandığım umudumla perişanım. Dilimin ucunda gezdirdiğim sevginin esiriyim. Çok pişmanım…

Hayat bana sanki çalışarak doldurulabilecek bir zaman aralığı gibi geliyordu. Artık arkamda bir daha açmamacasına kapattığım sayfalar gözümün önüne geldiğinde sohbet edecek bir arkadaşımın bile olmadığını anlıyorum. Sigarımın dumanına bakarak hayal bile kuramıyorum. Alışırım sanmıştım bütün bunlara ama her şeyi yok sayarak hayatın beni sürüklediği bu yolculukta neye niçin değer vereceğimi sorgulamaktan kendimi de alamıyorum. Karmaşaların içinde işe güce kapılıp da kafamı kaldırıp yıldızlara bakmayı unuttuğumun farkına varıyorum. İnsanların içinde kendi halinde hayatıyla bir yabancıyım artık.

Sevginin değerini şimdi daha çok iyi anlıyorum belki her zamankinden daha çok. Acımasız olan insanların kucaklarında yok olup gitmeye başlasan da olsun varlığınla bir varlığı sevmek bile sığınacak bir yuvaydı bana. Yanlış anlamalarım dünyanın bitmek tükenmek bilmeyen kederlerine boğsa da beni anladım artık umduğum geniş zamanlarda bile gizli saklı duygularımın kalbimi aldatan kadına ait olduğunu. Bakıyorum da yaşadıklarıma, olan biten bunca şeye karşı avucumda kalan sevgi, sen diye avunduğum bir çiçekti şimdi.

Bu öykü Behçet Necatigil'in "Sevgilerde" şiirinden esinlenilerek kaleme alınmıştır...

İstanbul, 2005

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails