30 Haziran 2009 Salı

Yapılan belli başlı dil hataları

Şok olmak; doğrusu ‘şoke olmak’tır.

Geri iade etmek; doğrusu ‘geri vermek’ ya da sadece ‘iade etmek’tir.

Dumur etmek; doğrusu ‘dumura uğramak’tır.

Saatler olsun; doğrusu ‘sıhatler olsun’dur.

Tahliye olmak; doğrusu ‘tahliye edilmek’tir.

Nüans farkı; nüans zaten fark demektir. İkisinden biri kullanılmalıdır.

Ful dolu; ful zaten dolu demektir. İkisinden biri tercih edilmelidir.

Sahil kıyısı; sahil zaten deniz, ırmak, göl kıyısı demektir.

Hisse payı; hisse, payın tam karşılığı olduğu için böyle kullanılması yanlıştır.

Saksafon; doğrusu ‘saksofon’dur.

Dinazor; doğrusu ‘dinozor’dur.

Vejeteryan; doğrusu ‘vejetaryen’dir.

Küpür; doğrusu kesik anlamına gelen ‘kupür’dür.

Orjinal; doğrusu ‘orijinal’dir.

Harfiyat; ‘kazı’ demek olan doğru sözcük ‘hafriyat’tır.

Kareografi, kareograf; doğrusu ‘koreografi, sanatsal gösteriyi hazırlayan da ‘koreograf’tır.

Antreman; spor idmanı anlamına gelen sözcük ‘antrenman’dır.

Bu ve buna benzer yapılan dil hatalarının doğrusunu bize öğreten usta gazeteci Kerim Evren hocama teşekkür ediyorum. Daha fazla bilgi için Evren’in “Güncel Örneklerle Medyada Dil Yanlışları” kitabından yararlanabilirsiniz. Daha doğru “Türkçe” konuşmalar ve yazmalar…

28 Haziran 2009 Pazar

Kim demiş yazın film izlenmez diye?

Sıcak yaz günleri iyiden iyiye kendisini belli etmeye başlamışken, tatilciler yollara düşmüşken, develer tellal pireler berber iken şehrin kalabalığı azalır umuduyla kendimi dışarı atsam da ne çare her defasında bu kalabalık sanki daha da artıyormuş gibi geliyor bana… Yol çalışmaları nedeniyle oluşan trafiğe, şehrin görüntüsünü bozan bitmek bilmeyen inşaatların gökyüzüne kadar çıkmasına, kağıt mendil satan çocukların varlığına, metrobüsün de yolda kalmasına artık alıştık efendim; daha doğrusu alıştırıldık… Ama bütün bunlar moralimizi bozmasın derim ben. Bu yaz gerek festivallerle gerek açık hava konserleriyle gerekse de usta isimlerin yönettiği filmlerle güzel geçeceğe benziyor. Özellikle temmuzda Adalarda, Modalarda, boğazda sandallarda keyifler tavan yaparken sinemaya da kim gider demeyin!.. Çünkü yönetmenliğini Michael Mann’in yaptığı “Public Enemies” vizyona giriyor. Büyük bir heyecanla bu filmin fragmanını izledim ve filme olan merakım daha da arttı.



Yer aldığı her filmde oyunculuğunun farklı yönlerini ortaya çıkaran, her şeyden öte "Benny and Joon" ile beni kendisine hayran bırakan Johnny Depp, yönetmenliğini Michael Mann’in yaptığı “Public Enemies”te yine karizmasını konuşturuyor. Filmlerinde minimalist bir yaklaşımla detaylarda gezerek, konu hakkındaki semptomları başarıyla izleyiciye sunan Mann’in bu eserde de benzer teknikleri uygulamış olduğu anlaşılıyor. İçerisinde suç, drama ve macera olan bu filmde ABD’nin bunalım yıllarında dönemin en ünlü suçluları ve yeni oluşan FBI arasında yaşanan olaylar dizisi anlatılmaya çalışılıyor… Aynı ayda farklı türlerde vizyona girecek bu iki filmden beklentim oldukça yüksek… Bir de izledikten sonra değerlendirmek lazım; bakalım beklentiler karşılığını bulacak mı?

27 Haziran 2009 Cumartesi

Michael Jackson’s HIStory

Ergenekon davası sürüyor, 12 Eylül ile hesaplaşma tartışmaları almış başını yürüyor, İran’da seçimlere hile karıştırıldığı gerekçesiyle çatışmalar yaşanıyor... Şöyle ne olsa da sıkıcı gündem değişse diye konuştuğumuz günün gece yarısında “Pop’un Kralı” Michael Jackson’ın ölüm haberinin geleceğini aklımın ucundan bile geçiremezdim. Michael Jackson’ın ölümü gerçekten ani oldu (Tıpkı Barış Manço’nun ölümü gibi). Dolayısıyla haberi alınca üzüldüm… Şarkıları, klipleri, “Moonwalk” dansı ve kostümleriyle bir döneme damgasını vurmuş, adını altın harflerle müzik dünyasına kazımış bir isimdi Michael Jackson. Kendisine hayran olmamak elde değil… Jackson’ın özellikle “Bad”, “HIStory” ve Eminem ile düet yaptığı “Liberian Business” şarkılarının yeri, ben de bir başkadır…

Son yıllarda hakkında yazılıp çizilenler nedeniyle çok sıkıntılı dönemler geçiren Jackson, Thriller albümünün 25. yılı şerefine 2008’de “Thriller 25” ile hayranlarının karşısına çıkmıştı. Bu yıl da temmuz ayında 50 konser vermeye hazırlanıyordu. Ancak sanatçının 50 yaşındaki yorgun kalbi, hem konserler hem de ödeyemediği borçlar nedeniyle yaşadığı strese daha fazla dayanamadı. Şimdi dünya basını, Jackson’ın ölümünün ardındaki sır perdelerini aralamaya çalışsa da bu, bir devrin sona erdiği gerçeğini değiştirmeyecek. Huzur içinde yat Michael Jackson...



"HIStory"

He got kicked in the back
He say that he needed that
He hot willed in the face
Keep daring to motivate
He say one day you will see
His place in world history
He dares to be recognized
The fires deep in his eyes

How many victims must there be
Slaughtered in vain across the land
And how many struggles must there be
Before we choose to live the prophet's plan
Everybody sing...

Every day create your history
Every path you take you're leaving your legacy
Every soldier dies in his glory
Every legend tells of conquest and liberty

Don't let no one get you down
Keep movin' on higher ground
Keep flying until
You are the king of the hill
No force of nature can break
Your will to self motivate
She say this face that you see
Is destined for history

How many people have to cry
The song of pain and grief across the land
And how many children have to die
Before we stand to lend a healing hand
Everybody sing...

Every day create your history
Every path you take you're leaving your legacy
Every soldier dies in his glory
Every legend tells of conquest and liberty
Every day create your history
Every page you turn you're writing your legacy
Every hero dreams of chivalry
Every child should sing together in harmony

All nations sing
Let's harmonize all around the world

How many victims must there be
Slaughtered in vain across the land
And how many children must we see
Before we learn to live as brothers
And leave one family oh...

Every day create your history
Every path you take you're leaving your legacy
Every soldier dies in his glory
Every legend tells of conquest and liberty
Every day create your history
Every page you turn you're writing your legacy
Every hero dreams of chivalry
Every child should sing together in harmony

A soldier dies
A mother cries
The promised child shines in a baby's eyes
All nations sing
Let's harmonize all around the world

23 Haziran 2009 Salı

Yamuk bakarak gerçeğe varmak


Bakmak ve görmek… Her ne kadar bu iki fiil birbiriyle bağlantılı gibi dursa da aslında aralarında kocaman bir fark var. Gerçekleri görmek için bakmak gerekir. Jacques Lacan’a göre gerçek, her zaman simgelerin ötesinde yattığı için çoğu zaman baktığımız her şeyi gördüğümüzü ve bunların da gerçek olduğunu düşünür ve inanırız. Oysa gerçek olanı, ana mesajı, semptomları görmek için ‘Yamuk bakmak’ gerekir. Ama bunun öncesinde ‘bakış’ kavramının altını kırmızı kalemle çizerek, içini doldurmalıyız. Sartre’a göre bakış, ben-öteki ilişkisi içinde bir ‘özne nesne’ mücadelesidir. Bu durum sizi gören bir öznenin bakışlarıyla artık sizi nesne haline getirmesi anlamı taşır. Bakış kavramını Michel Foucault da incelemiş ve görülmeden gören, kendisini tamamen hissettiren tanrının bakışı olarak anlamlandırılan “panoptik” kavramıyla ele almış. ‘Panoptik’ bakıştaki iktidar, artık baktığını nesneye çevirir çünkü güç, iktidar ondadır. Erkeğin bakışı da ‘panoptik’tir ve baktığını nesneye dönüştürür. Lacan’a geldiğimizde ise bakış kavramının çok farklı ele alındığını görüyoruz. Lacan’a göre bakış, nesnedir. Bakılan bakışı, üzerine alan öznedir, bakan ise nesnedir. Lacan için bakış konumunu üstlenen kadındır.

Bakış kavramı düşünürler arasında böyle tanımlanırken psikanalitik film çözümlemeleriyle tanınan Slovenyalı sosyal bilimci Slovaj Zizek’e göre “Görme duyusuyla dolaysız olarak algılanamayan belirli bir biçime sahip değilmiş gibi görünen nesnelerin özel bir bakış açısından algılanabilir olması için” ‘yamuk bakış’a ihtiyaç vardır. Yamuk bakmanın net bir şekilde anlaşılmasında Holbein’ın ‘Sefirler’ tablosu iyi bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Tabloda iki sefirin önünde yerde duran ve bir anlam ifade etmeyen bir döşemeymiş gibi görünen şey, tabloya yandan ve hafifçe başımızı eğerek (yamuk) baktığımızda bir kafatası olarak algılanır. Asıl görülmesi istenilene yamuk bakışla böylece ulaşılır.


Holbein'ın 'Sefirler' tablosu

John Berger ise bu tabloyu şöyle yorumlamıştır: “Resimdeki iki adam kendilerinden emin ve resmidirler: Aralarındaki ilişki açısından baktığımızda rahattırlar. Peki, ressama-ya da bize- bakışları nasıldır? Gözlerinden, duruşlarından, kimse onları tanımasa da olurmuş gibi bir şey okunmaktadır. Sanki başkaları onların değerini anlayamazmış gibi bir bakış. Adamların ait olmadıkları bir şeye bakar gibi bir halleri vardır. Onları çevreleyen ama adamların dışında kalmak istedikleri bir şeydir bu. En iyisini düşünürsek onları çevreleyen, onları alkışlayan bir kalabalık, en kötüsünü düşünürsek, rahatlarını kaçıran insanlar olabilir bunlar.”

Bir de ‘yok üzerinden kendini kuran gerçek’ vardır. Ölüm gerçektir ancak yarattığı boşluktur gibi. Bu konuya en güzel örnek ise “Lenin Varşova”da resmidir. Resimde Lenin olmamasına rağmen tablonun adı Lenin Varşova’dadır. Fakat tabloda Lenin Varşova’da olduğu için eşi ve yanındaki adamla kol kola yürürken hali çizilerek Lenin’in aldatıldığı anlatılmaya çalışılmıştır. Her zaman madalyonun arka yüzündeki gerçekler vardır ve bu gerçeklere öyle kolay kolay ulaşamayız. Yaşadığımız yüzyılda ise her gün yüzlerce reklam imgesinin karşımıza çıktığını düşünürsek farkında olmadan bilinçaltımıza kazınan bu imgelerin arka planında yatan gerçeğe ne derece ulaşabildiğimiz de sorun oluşturur. Reklamların imgesi anlıktır. Bir sayfayı çevirirken, otobüste giderken, televizyondaki kanalları zaplarken karşımıza çıkan reklamlardaki bu imgelere o kadar alışmışızdır ki artık “bunlar bize ne anlatmak istiyor, üzerimizde yaptıkları etki de ne?” gibi bir meraka kapılmıyoruz. Çoğu zaman reklamların amacı; insanlara içinde bulundukları yaşamdan bir ölçüde memnun olmadıkları duygusunu kamçılamaktır. Reklamlar, kendi özel yaşamında bir eksiklik duyan insanların kendilerine sunulan nesneyi aldıklarında yaşamlarının daha iyi olacağına dair bir gizli mesajı da içinde barındırmaktadır.

Reklamların dünyayı yorumlayışıyla dünyanın içinde bulunduğu durum arasında uyuşmazlıklar da görülebilir. Bugün Vakit gazetesinin en arka sayfasında tam boy av tüfeği reklamı verilmesi de bu duruma örnek olabilir. Kitle iletişim araçlarının ayakta kalması için ilan ve reklamların hayati önem taşıdığını tabii ki biliyorum ancak savaşın ve çatışmaların hiç bitmediği bir dünyada böylesine umarsız bir şekilde silah reklamı yayınlanmasının ve bunun üzerinden para kazanılmasının ne derece doğru olduğunu düşünmeden açıkçası kendimi alamıyorum. Yine bugün bir başka gazetenin sayfasında ise kocaman bir silah fotoğrafının yer aldığı bir haber vardı. Konuya yamuk baktığımızda aslında okuyucuya verilen mesaj gayet net anlaşılıyor. Başta okuyucuya “senin neden bir silahın olmasın?” sorusunu sorduran bu reklamların yaratacağı etkileri sayfalarca tartışmak mümkün. Gerçeğe ulaşmada bakmak ve görmek arasındaki farktan yola çıkarak, aslında teoride gördüğümüz birçok konunun ne kadar da günlük hayatla bağlantılı olduğunu bu yazıda resimler ve reklamlar üzerinden vurgulamak istedim. Elbette ki bu örnekleri çoğaltmak mümkün ancak bir daha üzerinde durmakta fayda görüyorum: Simge ve sembollerin arkasında saklanan gerçeklere sorgulayıcı bir şekilde yamuk bakarak, ulaşabileceğimizi unutmayalım!..

Kaynaklar:

1- John Berger, "Görme Biçimleri", Çev: Yurdanur Salman, İstanbul, 2006
2- Nurdoğan Rigel, Gül Batuş, Güleda Yücedoğan, Barış Çoban, "Kadife Karanlık", İstanbul, 2003.

21 Haziran 2009 Pazar

Galata'da demlenmek


İstiklal’de açık havada otantik bir mekânda vakit geçirmek isteyenlerin fazla yol arşınlamasına gerek yok… Yönünüzü Tünel'den Kuledibi'ne doğru çevirerek seyreylediğiniz yolun sonunda sizi Ceneviz Cafe bekliyor. Galata Kulesi’nin gösterişli duruşunun altında kimilerine göre kaçamak bir mekân olan bu kafe, etrafını saran yeşil bitki örtüsüyle de dikkat çekici. Çevresinde Cenevizler’den kalma gizli saklı saray ve kiliselerin bulunduğu bu yer, özellikle turistlerin uğrak noktası. Yakın arkadaşlarımla sık sık uğradığım bu mekânın sıcak yaz günlerinde kulenin gölgesinde serinleme imkânı sunmasını seviyorum. Ehl-i keyiflerin nargile tüttürebileceği kafede tadında ve kıvamında yapılan Türk kahvesini içmenizi de ayrıca tavsiye ediyorum…

20 Haziran 2009 Cumartesi

Seçimlerin ötesinde İranlı kadınlar


Azeri kökenli İranlı bir kadın düşünün. Dini öğretilerin ağır bastığı, çarşafa, türbana takılı kalmış, baskı rejiminin uygulandığı, savaşın ve sorunların hiç bitmediği bir ülkede hayallerini şekillendiremeyen, bunun için de başka bir ülkede hayata tutunmaya çalışan bir kadın… Ailesini İran’da bırakmış şimdi Viyana’da öğrenci, yüksek öğrenimini tamamlıyor; tamamlıyor da gözleri yaşlı, kalbi kırık ve buruk bir şekilde… Ülkesini seviyor, ailesini özlüyor, arkadaşlarıyla hasret gidermek istiyor ama siyasal rejimin adaletsiz uygulamaları, her geçen gün kendisini dünyaya küstürüyor.

Aklından geçenleri kimi zaman isyan ederek söze döküyor, kimi zaman da fırçasıyla resimlerine yansıtıyor. Olmak istediği kadın ile ülkesinde kendisini belli kalıp ve düşüncelere sokan bir zihniyetin yarattığı kadın arasında uzun yıllar gelgitler yaşamış. Sonunda özgürlüğü, insanca kadın olmayı tercih etmiş. İsimleri önemli değil. Bu arkadaşım gibi hemen hemen benzer hikâyeye sahip başka İranlı kadınların yaşam mücadelesine şahit oldum. Kaçış yolunu kimisi yabancı bir ülkede öğrenim görerek, kimisi evlenerek, kimisi de bir arkadaşının yanına sığınarak bulmuş. Yaşadıkları şehirde birbirlerini tanıyorlar, sorunlarına ellerinden geldiğince yardımcı oluyorlar ve bir taraftan da kendi ülkelerinde neden çağdaş bir şekilde yaşayamadıklarını sorguluyorlar. Sadece Viyana’da değil Avrupa’nın ya da dünyanın birçok ülkesinde onlar gibi daha yüzlerce kadın bugün aynı yaşam mücadelesini veriyor. İran’daki baskı rejiminin daha uzun yıllar süreceğini biliyor olmalılar ki İran seçimlerinin sonucu onlar için artık bir anlam ifade etmiyor. Evet, İran’da cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Ama bu seçimlerin sonucunun ne anlam ifade ettiğini anlatmadan önce İran’ın siyasi tarihinden bahsetmek istiyorum.



Her şey 1979 yılında İran'ın Muhammed Rıza Pehlevi liderliğindeki bir anayasal monarşiden, Ayetullah Humeyni yönetiminde İslam hukuku ve Şii mezhebi görüşlerini esas alan bir İslam cumhuriyetine dönüşmesiyle başladı. Halk arasında popüler olmayan Şah’ın ABD ile yakın ilişki içinde olması, devrimin en büyük nedeni olarak gösterildi. Humeyni’nin ölümünden sonra Ali Hamaney’in rehber olmasıyla yasama, yürütme, yargı konusundaki bütün kararları Ayetullah denetledi. Cumhurbaşkanını onaylayan da Ayetullah’tır. İran Anayasası’nın temel ilkeleri de Şii İslam’ın ilkeleridir. İran’daki seçimler böyle bir siyasi yapıda gerçekleşirken teokrasi ve demokrasi olguları da böylece yan yana geldi. Basın ve düşünce özgürlüğünün, insan haklarının olmadığı; özellikle de kadınların istedikleri gibi giyinemediği, konuşamadığı bir toplumda demokrasiden bahsetmek ne derece doğru? İran’ın bir de iç ve dış dünyası vardır. Dışarıda kapalı, kara çarşaflı gezen kadınların ev içinde açık, bir nevi Batılı yaşam tarzını sürdürmesi ise ikili yaşam tarzına giriyor. Bu durum kendi içinde bir tutarsızlık gösteriyor.

Bu yıl cumhurbaşkanlığı seçimlerinde İran’ın içine düşmüş olduğu karanlık dönemden kurtulmasında umutlar reform yanlısı Mir Hüseyin Musevi’nin seçilmesine bağlandı. Ancak seçimleri Mahmud Ahmedinejad kazandı. Seçimlere hile karıştığı gerekçesiyle muhalif kanattan yüz binlerce kişinin Tahran’da Ahmedinejad karşıtı gösteriler yapmasıyla ortalık birbirine girdi. Ahmedinejad yanlıları ile muhalifler arasında çıkan çatışmada 7 kişi hayatını kaybetti. Çatışmalar hala devam ediyor. En son Humeyni'nin mezarı yanında meydana gelen patlamada 2 kişi can verdi. Görüldüğü gibi İran, zorlu bir dönemden geçiyor. Bugün yine İran’da 1979 Devrimi’nde yaşanan duruma benzer bir görüntü mevcut. Başta ABD olmak üzere Avrupa da ülkede yaşanan seçim sürecini ve çatışmaları yakından takip ediyor. Son dakika bilgisine göre Obama, ‘İran, halkın onayıyla yönetilmeli’ şeklinde bir açıklama yaparken, tekrar olacak bir seçim sonrasında başa Musevi de geçse İran’ın şeriat rejiminden kurtulamayacağı bir gerçek. Çünkü yukarıda da bahsettiğim gibi ülkenin en önemli kurumları Hamaney’e bağlı. Ülkede yaşanan kanlı olayları gördükçe İranlı arkadaşımın neden başka bir ülkede hayat mücadelesi verdiğini daha iyi anlıyorum ve İran’daki rejim değişikliğini diğer kadınlar gibi gönülden dilediğini de biliyorum…

17 Haziran 2009 Çarşamba

Dar vakitlerimde söyleyemediğim sevgim

Su faturasını yatırmanın son günüydü. Okuldan aldığım, kıt kanaat geçindiğim maaşımın yarısını faturalara yatırmaktan bıktım. Öğrencilerim okula gelmeden önce faturayı yatırmak zorundaydım. Saat 11.00’di ama ne çare sıra öğleden önce bitecek gibi değildi. Uzayıp giden kuyrukta dedeler, nineler de sıcak havadan bunalmış bir halde boncuk boncuk terlerini siliyordu. Sıraya sonradan gelen genç bir adamın bakışlarını, birden kendi bakışlarıma benzettim ama hemen anladım bunun niyeti kötüydü. Kimseye çaktırmadan arkadaki sıralardan ön sıralara geçmeyi düşünüyordu. Bir soru soracaktım diyen genç adam gayet kendinden emin adımlarla ön sıraya yerleşti. Halinden gayet bezmiş orta yaşlarda bir kadın da hemen başladı bağırmaya:

- Soru sormak için de sıraya girmelisin. Senin gibi kaç tanesi soru soracağım diye öne geçiyor. Sorusunun yanında faturasını da yatırıyor. Var mı öyle kolayı - dedi.

Şaşkın ve sinirli bakışlarla kadına dik dik bakan genç adam,

- Sen sus be kadın. Sana mı kaldı milletin hangi sırada yer alacağı, soru soracağız dediysek soracağız - diye karşılık verdi.

O dakikada eşarbını düzelten kadın, karşısında pişkin pişkin sırıtan kalabalığa bakarak;

- Adam geliyor arka sıradan, gözümüzün içine baka baka hepimizin önüne geçiyor. Hiç kimsenin gıkı çıkmıyor. Kimse hakkını aramıyor. Olacak iş değil - diye dert yandı.

Dalgın bakışlarla sıraya gireyim mi girmeyeyim mi diye kendi kendime sorarken yirmi dakika sıraya giremeden kavgayı gözledim. Buradan okula yürümem de yirmi dakikamı alacağı için yine faturayı yatıramadan okula gittim.

Günlerim evden okula; okuldan eve bir koşuşturmanın içinde geçiyordu. Öğrenci sorunları, veli toplantıları, maaşın ay başına kadar nasıl yetirileceği gibi telaşların içinde bir öğretmenin hayatı nasıl geçebilir ki? Ben deniz beş yıl önce büyük şehir dedikleri İstanbul’dan tayini Tokat’ın Reşadiye ilçesindeki Saliha Sultan İlköğretim Okulu’na çıkan Ferit öğretmenim. İlk günlerde havasına bile alışmakta zorlandığım bu şehir, sanki çocukluğumdan beri burada büyümüşüm gibi bir kucak açıyordu bana. Dağların, tepelerin ortasında kurulu bir şehir olan Tokat’ın sokaklarındaki evler bana eski İstanbul evlerini hatırlatıyordu. Sokaklarda top oynayan çocukların varlığı, Fener ve Balat’ın yokuş aşağı sokaklarında eski ahşap evlerin arasında koşuşturan çocukların birbirlerine bağırışlarını kulaklarımda çınlatıyordu. Geceleri de güzel olur bu şehir. Ayın en parlak hali gökyüzünde asılı duran bir fener gibi sokakta yürüyen bütün insanlara arkadaşlık eder.

Fatura sırasında yaşananları bir tarafa bırakarak, koşar adımlarla yürüdüğüm okul yolu beni çok yormuş olsa gerek nefes nefese kalmıştım. Öğretmenler odasında bir an önce oturup dinlenmek sonra da derse gitmek istiyordum. Cam kenarında boş bulduğum sandalyeye hemen oturdum ve sandalyeyi biraz daha pencereye yaklaştırdım. Gözlerim bahçede top oynayan çocuklara dalmış gitmişti. Kapıdan çekingen bakışlarıyla iki eli birbirini sıkı sıkı tutan, küçük küçük adımlarla utana sıkıla yürüyen beşinci sınıf öğrencim Zehra geldi. Bir sorunu olduğu her halinden belliydi.

- Efendim Zehra. Bir şey mi söyleyeceksin bana kızım - dedim.

- Şey, şey… - diyerek, ağzında bir şeyler geveleyen Zehra;

- Öğretmenim, okullar açılalı dört ay oldu. Matematik kitabımı annem hâlâ almadı. Arkadaşlarım da artık bana kitaplarını göstermiyor – dedi.

- Bunu neden daha önce bana söylemedin Zehra – diye sorduğumda;

- Kızarsınız diye korktum öğretmenim. Hem benim annemin kitap alacak parası yok ki – diye karşılık verdi.

Okul yönetimi olarak birikmiş aidat paralarını kitap almakta zorluk çeken öğrencilerin masraflarını karşılamak için harcıyorduk. Şimdi bu parayı kullanmanın tam sırası diye düşündüm. Ağlamaklı gözlerle bana bakan Zehra’ya;

- Sen şimdi dersine gir. Ben bu sorunu çözeceğim - dedim.

Müdür yardımcısı Salih Bey’in yanına üçüncü kata çıktım. Zehra’nın durumunu anlattım. Salih Bey gayet güler yüzlü bir insandı. Ancak para için de yapamayacağı şey yoktu. Aidatlarını vermekte zorlanan ailelerden zorla para alır, aidat paralarını ödemeyen ailelerin çocuklarına karnelerini vermezdi. Zehra’nın kitabı için aidat parasından bir miktar vereceğini tahmin etmiştim ama yanılmışım.

- Feritciğim, biliyorsun ki okulun dış yüzeyinin boyanması gerekiyor ve kömür almak için topladığım bu paralar masrafları karşılamıyor. Hem Zehra, beşinci sınıf öğrencisi. Bugüne kadar arkadaşlarının kitaplarını okuyarak gelmiş. Şimdiden sonra da varsın kitapsız okusun. Hem sen ona yardımcı olursun. Bir şeycik olmaz ona – diye konuyu geçiştirdi.

Fazla üstelemeye gerek görmedim. Bu adam için asıl önemli olan paraydı. Su faturamı zaten yatıramamıştım. Ellimde kalan paranın bir kısmını kitap almak için bir kenara ayırdım.

Yine dar vakitlerimden bir gündeydim. Sabah erkenden kalktım. Sabahın serinliğinde ellerim cebimde papatyaların kokusu burnumda Zehra’nın ihtiyacı olan kitabı almak için kitapçıya gittim. Gözlemlediğim kadarıyla resim yapmayı seven Zehra’nın boyası da yoktu. Bir de ona boya aldım. Tekrar okul yolunu tutum. Dalgın bakışlarım hiç kimseyi görmüyordu. Okulun kapısına gelir gelmez çalan zil, “Ders başlıyor, çabuk ol Ferit” diye haber veriyordu. Adımlarımı hızlandırdığım o anda okul bahçesindeki bir bankta oturan genç bir kadının ağlamaklı bir şekilde bana baktığını gördüm. Bakışlarımı ona doğrulttuğumda birden elleriyle gözyaşlarını sildi. Ne olduğunu anlamamıştım. Çaresiz ve zavallı gibi duran bu kadını bizim buralarda da daha önce hiç görmemiştim. Hemen kadının yanına gittim ve dedim ki:

- Özür dilerim, hiç iyi görünmüyorsunuz. Bir sorununuz mu var?

Simsiyah gözleri ağlamaktan kan çanağına dönen kadın,

- Yok bir şey. Sizi de telaşlandırdım. Hem öğretmenliğe başlayacağım ilk gün böyle olmasını istemezdim ama tutamadım kendimi işte - dedi.

- Demek öğretmensiniz. Ben de öğretmenim. İsmim Ferit. Ya sizinki ne?
- Gönül. – dedi.

- Gönül!.. Ne güzel isminiz var. Benim annemin adı da Gönül. Ancak sizlere ömür. Geçen yıl… neyse bahsetmek istemiyorum – dedikten sonra;

- Yaa! başınız sağ olsun. – dedi.

Uzun bir sessizlikten sonra biraz kendisine gelen Gönül’e,

- Gönül Hanım, biraz daha iyiyseniz size okulu tanıtayım mı? – diye sordum.

- Memnun olurum Ferit Bey. – diyen Gönül’e hemen çevreyi anlatmaya başladım.

- Saliha Sultan İlköğretim Okulu adını II. Mahmut’un annesinden alıyor. Zamanın devlet işlerinin yürütüldüğü bir yer olan burası öğrencilerin varlığı ve sesleriyle ayakta kalıyor. Anlayacağınız okulun tarihi bir değeri var. Ama bu yapının değeri bilinmiyor. Okulda benden başka üç öğretmen daha var ve tabii artık sizinle beş olduk. Gönül hanım, Tokatlı mısınız? – soruma karşılık Gönül, gizem dolu hayatından bahsederek cevap verdi.

- Hayır. İstanbulluyum. Tayinim buraya çıktı. Belli nedenlerden dolayı ben de gelmeyi çok istedim. Peki siz, siz buralı mısınız Ferit Bey? – sorusuna karşılık olarak da;

- Hayır. Ne tesadüf ki ben de İstanbulluyum. – dedim.

Bir taraftan soruları cevaplandırıyordum, diğer taraftan da kendi kendimle konuşuyordum.

- İstanbul’un ismini söylerken birden başım döndü. Ne oluyor bana? Tokat’a gelmeden önce başımdan geçen unutmak istediğim her şey gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Aslında beni bu şehre gelmeye iten bir neden var. İstanbul’da öğretmenlik yaptığım okulda Alev adında bir genç kızı deliler gibi seviyordum. Her günümüzü birlikte geçiriyor, İstanbul’un altını üstüne getiriyorduk. Yaşanılan her güzel günün ardından her zaman bir korku kaplar ya insanı benimde içimde bu duygu hiç yok olmadı. Alev, bir yaprak koparır gibi beni hayatından başka bir adam uğruna çıkardı. Üzgünüm o güzel günlerin sonu böyle mi olacaktı diye. Ama sevgi, hiçbir zaman kalbimden eksik olmadı. Hayata da küsmedim onun için. Ama kırıldım, terkedilmişliğin acısını en derinden yaşadım. Geceleri sokaklarında kaybolduğum İstanbul, bana dar geliyordu. O kadının teninin kokusunu duymamak istiyordum. Tanıdık suratlardan da soğuduğum için tayinimi Tokat’a istedim. Yaşadıkça her şeyi daha kolay öğreniyor insan. Parçalanmış bir yürekle yaşamanın üstesinden gelemedim ama geçmişimi hatırlamamak üzere her yolu denedim. Yaşadığım bütün sorunların üstesinden ancak yeni bir şehirde, suratlarını ömrümde hiç görmediğim insanların yaşadığı bir yerde aradım. Söz verdim kendi kendime ne olursa olsun bakışlarını bile hatırlamayacağıma. Anlatamadığım dertlerimi dilime kelepçeledim. Çok gördüğüm sitemlerimin kanımda dolaşmasına izin vermedim. Kalbime bile ‘onu unuttun mu’ diye sormamak için daha güçlü sarıldım hayata. Bazen yalnızlığın sessizliğine alışamasam da teselliyi işimde aradım…

Gönül birden elini omzuma dokundurarak;

- Ferit Bey, iyi misiniz? - dedi.

- Ah sormayın Gönül Hanım, eski günleri hatırladım. Unutmak istediğim eski günleri. – dedim.

Gayet güler yüzlü bir suratla,

- Nasıl buldunuz Tokat’ı? diye sordum.

- Sanki hiç yabancısı değilim buranın. Aslında başta hiç kimse benimle konuşmayacakmış gibi geldi ama… Alakanız için teşekkürler Ferit Bey. - dedi.

- Gönül Hanım, ne demek. Her zaman bir sorununuz olduğunda bana söyleyebilirsiniz. Sakın çekinmeyin. – dedim ve daha fazla mahcup olmasına izin vermek istemedim.

Okulun bütün katlarını Gönül’e gezdirdim. Dersin başlamasına az kalmıştı. Gönül’den müsaade istedim ve elimdeki poşetin içindeki hediye paketine sarılı kitap ve boyayı Zehra’ya vermenin heyecanıyla sınıfa girdim.

Öğrencilerimin çoğunun ders araç ve gereçlerinde eksiklikler vardı ama hiçbiri Zehra’nın gösterdiği cesareti bularak sorunlarını bana söylememişti. Müdür yardımcısının alaycı bakışlarını hatırladıkça, öğrencilerimin kilometrelerce yolu göze alarak okula gelmek için çaba sarf ettiklerini görmek, içinde bulunduğum düzenden nefret etmeme yetiyor da artıyordu bile. Ders bittiğinde Zehra’yı hemen yanıma çağırdım.

- Nasılsın Zehra?
- İyiyim öğretmenim.
- Bunları senin için aldım. Aç bakalım beğenecek misin? - diye sordum.

Gözleri ışıl ışıl parlayan Zehra, sevinçten yanaklarımı öptü. Eline aldığı matematik kitabına sanki uzun zaman önce kaybettiği bir dostunu bulmuşçasına sarıldı. O an ben de çok mutlu olmuştum.

O mutlulukla öğretmenler odasına gittiğim zaman Gönül, camdan dışarı bakarak koşuşturan çocukları izliyordu. Elleri arasında tuttuğu çay bardağından çıkan buhar, sigarasının dumanına karışarak havada adeta dans ediyordu. Gönül’ün bu halleri beni kendisine daha çok bağlıyordu.

Günler günleri kovaladıkça Gönül ile çok iyi arkadaş olduk. Okulda en iyi anlaştığım öğretmenlerden biri olan Gönül’ün bankta ağlamaklı duran hali kafamda hep bir soru işareti bırakmıştı. O günü tekrar hatırlamasını istemediğim için Gönül’e soru sormaktan hep çekindim. Ancak anlamakta güçlük çektiğim bir hal içine bürünmüştüm. Gönül, hayatımda yitirdiğim ve bir daha yerini hiçbir şekilde dolduramayacağımı sandığım kırık kalbimi sıcacık bir gülümseyişiyle etkileyen bir kadındı. Her geçen gün ona daha çok bağlanıyor, her yaptığı hareketi hep kendime yoruyordum.

Her zaman bir bahane bularak, içimi yakan ateşi Gönül’e anlatmaktan çekindim. Belki de yaşadığım eski günlerin tekrarlanmasından korkuyordum. Dersimi başıma gelen olaylardan aldım. Belki de aldığımı zannediyordum. Bunların beni işimde daha başarılı yaptığını düşünüyorum. Olgunlaştığımı da hissediyorum. Öğrencilerime okulda eğitime başladığım ilk günden beri bir baba, abi, arkadaş gibi yaklaşmaya çalışmıştım. Sıkıntıları olan öğrencilerimin sorunlarıyla ilgilenmekten zevk alıyordum. Hem okul içinde etkinlikler düzenliyor hem de İstanbul’daki eğitim sistemini uygulamaya çalışıyordum. Okul yönetimindeki herkes benim bu kararlı ve istekli çalışmalarımdan memnun kalmış olmalılar ki genç yaşta müdür yardımcılığına kadar yükseldim.

Gönül her zaman yaptığım tüm işlerde bana destek oldu. Aşıktım Gönül’e; hem de delilercesine. Ama arkadaşlarımın ve diğer öğretmenlerin bu aşka zarar vereceği düşüncesini de hiç aklımdan çıkaramıyordum. Elime Gönül’ün en sevdiği çiçek olan papatyaları alarak, kapısının önüne gidip ‘seni seviyorum Gönül!’ demek için canımı verirdim. Birazcık zamana ihtiyacım vardı hepsi bu. Ben bu düşünceler içinde odamda dosyaları gözden geçirirken birden kapı çalındı. Gelen Gönül’dü. Ve başladı karşılıklı konuşmamız…

- Ferit, nasılsın?
- İyiyim Gönül. Ben de seni düşünüyordum.
- Beni mi?
- Nedenini sorma. Bunu sana sonra söyleyeceğim.
- Her neyse Ferit, kitabı eksik olan çocuklar için ısmarladığımız kitaplar geldi. Bir ara sen de gel. Öğrencilere kitaplarını verelim.
- Tamam. Hemen geliyorum.

Yıllar önce Zehra’nın matematik kitabı olmadığı için dert yandığım Müdür Yardımcısı Salih Bey’in koltuğunda ben oturuyordum. Zaman ne çabuk geçiyor. Değişmez dediğim düzen nasıl değişiyor. Şimdi Zehra, üniversitede matematik bölümünde okuyor. Öğrencilerime tek tek kitaplarını dağıtırken Zehra’nın yüzü gözlerimin önüne geldi.


O gün çok yorulmuştum. Gönül de İstanbul’dan bir arkadaşının geleceğini söylemişti. Bunun için akşam Gönül’e gidemezdim. Sigaramın dumanından çıkan şekillere bakarak kurduğum hayallerle sabahı etmiştim. Aradan geçen yedi yılın ardından artık Gönül’e onu çok sevdiğimi, onsuz hiçbir şeyin anlamı olmadığını söylemenin zamanı gelmişti. Saat sabahın 10.00’uydu. İçimi kemiren duyguları söyleme anı yaklaşmıştı. Acaba Gönül’ün arkadaşı gitmiş miydi? Olsun bunu da bahane ederek artık daha fazla zaman kaybedemezdim. Elimde bir demet papatyayla yokuş aşağı ikinci sırada bulunan ahşap evin önüne doğru tüm cesaretimi toplayarak, yürümeye başladım. Sokağın başında Gönül acaba nasıl karşılayacak beni, ne diyecek bana diye düşünceli düşünceli kendime sorular da soruyordum. Eve çok az bir mesafe kalmıştı ki ama o ne? Birden kapı gıcırtısı duydum. Gönül’ün yanında bir adam vardı. Gönül’le yanındaki adam sarmaş dolaş arkaları bana dönük yürüyorlardı. Ne olduğunu anlayamamıştım. Gönül’ün arkasından bağırıp yanındakinin kim olduğunu, niçin, nereye gittiğini soramadım. Gözden kaybolan siluetin ardından şaşkın bir şekilde bakakaldıktan sonra gözümden bir damla yaş geldi. Şaşkın ve perişan bir halde Gönül’ün kapısına çiçekleri koymak için gittim. Kapıda bir mektup vardı.

Bana elden bile vermeye tenezzül etmediği mektupta Gönül, ‘Ferit, sana anlatamadığım bazı şeyler vardı. Yanlış anlamalar nedeniyle ayrıldığım ama sevmekten vazgeçemediğim insandan kaçmak için sığındığım bu şehri terk ediyorum. Sana bir şey söylemeden gittiğim için n’olur bana kızma. Sana çok şey borçluyum. Her şey için teşekkürler’ diye yazmıştı. Gözlerimden akan yaşlarla yıkanan kâğıtta yazılan her sözcük, kalbime ok gibi fırlıyordu. Yine terkedilmişliğin ve çaresizliğin içindeydim. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilmeyen kimsesiz bir çocuk gibi hissediyordum kendimi…

Zamanın dakik koşuşturmacasına artık aldırmaksızın derin düşüncelere dalmıştım. Sevgi, artık benim için ne kadar da zordu bu kelimeyi söylemek. Sevgisizliğin olmadığında sevginin değerini anlamama yardımcı olan o kadın, şimdi yoktu. Zamanın peşine takılarak, şimdiyi yaşamadan hep gelecek umuduyla elimdeki değerleri yitirdim durdum. Gönül de yitirdiğim zamanımın, çekingenliğimin ve yanlışlıklarımın solan çiçeğiydi artık. Ayrılıkların ortasında yaşadığım acıları, varlığıyla dindiren sırrımdı. Yüreğimden kopan her hecenin sebebiydi. Şimdi terkedilmiş bir çocuk gibi çaresizim. Sevginin ortasında şeker kamışı elinden alınmış bir çocuk gibi. Gözlerine bakarak uzaklara daldığım, yittiğim, yandığım umudumla perişanım. Dilimin ucunda gezdirdiğim sevginin esiriyim. Çok pişmanım…

Hayat bana sanki çalışarak doldurulabilecek bir zaman aralığı gibi geliyordu. Artık arkamda bir daha açmamacasına kapattığım sayfalar gözümün önüne geldiğinde sohbet edecek bir arkadaşımın bile olmadığını anlıyorum. Sigarımın dumanına bakarak hayal bile kuramıyorum. Alışırım sanmıştım bütün bunlara ama her şeyi yok sayarak hayatın beni sürüklediği bu yolculukta neye niçin değer vereceğimi sorgulamaktan kendimi de alamıyorum. Karmaşaların içinde işe güce kapılıp da kafamı kaldırıp yıldızlara bakmayı unuttuğumun farkına varıyorum. İnsanların içinde kendi halinde hayatıyla bir yabancıyım artık.

Sevginin değerini şimdi daha çok iyi anlıyorum belki her zamankinden daha çok. Acımasız olan insanların kucaklarında yok olup gitmeye başlasan da olsun varlığınla bir varlığı sevmek bile sığınacak bir yuvaydı bana. Yanlış anlamalarım dünyanın bitmek tükenmek bilmeyen kederlerine boğsa da beni anladım artık umduğum geniş zamanlarda bile gizli saklı duygularımın kalbimi aldatan kadına ait olduğunu. Bakıyorum da yaşadıklarıma, olan biten bunca şeye karşı avucumda kalan sevgi, sen diye avunduğum bir çiçekti şimdi.

Bu öykü Behçet Necatigil'in "Sevgilerde" şiirinden esinlenilerek kaleme alınmıştır...

İstanbul, 2005

16 Haziran 2009 Salı

İki Dönem


Zeynep Özdemir'in 'Galata' resmi

Türk çağdaşların ve genç yeteneklerin eserleri “İki Dönem” adlı karma sergide buluştu. Türk Çağdaş ressamlarından Ali Candaş, Hayati Misman ve Saim Dursun’un yapıtlarının yanı sıra sergide bir de dört akademili genç ressam ve bir heykeltıraşın yapıtları yer alıyor. Kent manzaralarını ve sokaktaki günlük yaşamı kendi tarzıyla tuvaline aktaran Batuhan Yüce, Desen Halıçınarlı, Zeynep Özdemir, Nuray Özler ve organik form yorumlarıyla heykeltıraş Ahu Aydemir bu sergide yer alan isimlerden. Sergi, Galeri Blanc’ta 2 Ağustos’a kadar sanatseverler tarafından görülebilir.

Saim Dursun'un 'Sunum' resmi

Bağdat Caddesi No:94
Kızıltoprak - Kadıköy – İstanbul
Tel : (0216) 450 66 22
Fax : (0216) 450 57 90
http://www.cadde94.com/
İnfo@cadde94.com

13 Haziran 2009 Cumartesi

Vivaldi ile klasik müziği sevmek

Klasik müzikle yeni tanışanlar için benim önerim, 24 saat dinlesem de asla bıkmayacağım Antonio Vivaldi’nin The Four Seasons konçertosu olacak. Neşe, hüzün, iyimserlik, karamsarlık gibi birçok duyguyu Vivaldi’nin eserlerinde bularak, huzura erebilirsiniz. Bu eserde mevsimlerin ruhunu hissederken notalarla dans edebilirsiniz ve tüm karmaşık duygular benliğinizi sarabilir.

***

Barok dönemine ait daha çok eğlenceli ve neşeli keman konçertolarına imza atan Vivaldi’nin her ne kadar eserlerinin birbirine benzediğine yönelik eleştiriler var olsa da ben buna katılmıyorum. 500’den fazla konçertosu bulunan sanatçının yazdığı birçok opera da bulunuyor. 1678 yılında Venedik’te müzisyen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Papaz eğitimi alarak, kızlar yetimhanesinde keman öğretmenliği yaptı. Vivaldi için bu dönem oldukça verimli geçti ve sanat çevresinde tanınmaya başladı.

***

Venedik’in ardından Amsterdam ve oradan Viyana’ya giden Vivaldi, 1741 yılında hayata gözlerini bu şehirde kapattı. Yoksulluk içinde ölen İtalyan sanatçı, kimsesizler mezarlığına gömüldü. Sanatçıya ait enstrümanlar, Venedik’teki Müzik Müzesi’nde görülebilir.

12 Haziran 2009 Cuma

Çepeçevre yeşil olsun!


Son yıllarda etkisini oldukça gösteren küresel ısınmayla insanoğlu tarafından hunharca yağmalanan doğanın değeri kafalara vura vura anlaşılıyor. Ekolojik dengenin bilinçsiz davranışlar sonucunda bozulmasıyla artık doğa bizleri uyarıyor. Su kaynakları her geçen gün azalıyor, yağmur yağmıyor, toprak çatlıyor, ağaçlar ya kökten kesiliyor ya da bir sigara izmaritinden çıkan ateşle cayır cayır yanıyor, sanayileşme ve araba egzozu yüzünden hava kirliliği gittikçe artıyor ve dünya sayemizde yaşanılmaz hale geliyor.

Başta karbondioksit ve sera etkisine neden olan gazların salınımını azaltmaya çalışan Kyoto Sözleşmesi’nin ise hiçbir bağlayıcı yönü bulunmuyor. 1997 yılında Japonya’nın eski imparatorluk başkenti Kyoto’da imzalanan sözleşme, sanayi ülkelerini başta karbondioksit olmak üzere dünyanın ısınmasına yol açan gazların emisyonunu sınırlandırmak zorunda bırakıyor. Ancak protokolü imzalayan ABD’nin sözleşmeyi imzalamaktan uzak durması ise sorunların çözümünü zorlaştırıyor. Türkiye de daha bu yıl Kyoto Protokolü’nü kabul etti. İllaki ‘yumurta kapıya dayandıktan sonra’ harekete geçeceğiz. Bu huyumuzdan hiçbir zaman vazgeçemiyoruz. Yine de çevre katliamlarını önlemek için geç kalınmış sayılmaz. Ben bu konuda sadece dünya ülkelerinin yöneticilerine görevlerin düştüğüne inanmıyorum. Olaya bireysel bakarak, “biz ne yaparsak daha yaşanılır bir dünyada yaşarız?” sorusunun cevabını aramalıyız.


Dünya Çevre Haftası’nı da geride bıraktık. Bir hafta boyunca siyasiler çevrenin önemi hakkında konuşmalar yaptı, gençler yürüşler düzenledi, çevrenin değerli olduğunun ve korunması gerektiğinin üzerinde duruldu. Ama bir taraftan denizler kirleniyor, termik santrallar zehirli gazlarını püskürtüyor, betonlaşma hızla yayılıyor, yaşam alanları her geçen gün daralıyor. Bence “daha yeşil bir dünyada yaşamak istiyorsak” işe bir fidan dikerek başlamalıyız ve bireysel sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz.

Bu yılın moda rengi de yeşil… Tırnaklara yeşil ojeler sürülecek, plajlarda yeşil bikiniler ya da mayolar giyilecek, aksesuarların rengi yeşil olacak ve sonunda yeşil kazanacak. İdeolojiye tutsak edilmiş bir yeşil renkten söz etmiyorum. Çevremizin ve yaşamımızın renginden yemyeşilden söz ediyorum; hele ki doğadaki varlığının her geçen gün yok olduğu yeşilin farklı tonlarından. Böylece belki de yokluğunu oldukça hissettiğimiz yeşil rengin değeri daha çok anlaşılacak…

10 Haziran 2009 Çarşamba

AP seçimlerinden beklenen ayar


Avrupa Parlamentosu’nun (AP) ilki 1979 yılında yapılan seçimlerinin artık 30 yıllık bir geçmişi bulunuyor. Parlamentoda beş yıl süreyle görev yapacak 736 üye, hafta sonu gerçekleştirilen seçimlerle belirlendi. Bu yılki seçimlerde 40 kadar Türk kökenli adaydan ancak dördü AP'ye girme hakkı kazandı. AP’nin Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nu denetleyerek “bütçe” onayını yaptığı dikkate alındığında bu seçimlerin sonuçları oldukça önemli. 4-7 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirilen seçimlerde AB’ye yön veren İngiltere, Fransa ve Almanya’nın yanı sıra Belçika, Hollanda, Yunanistan, İspanya, Çek Cumhuriyeti, İrlanda, Kıbrıs, İtalya, Malta, Slovakya ve Letonya gibi ülkeler sandık başına gitti. Avrupa çapında katılımın yüzde 43 civarında kaldığı seçimlerin sonuçları, kriz koşullarında şekillendi.

AB ülkelerinin çoğunda ırkçılığı savunan ve göçmen karşıtı olan Hıristiyan-Demokrat-Muhafazakâr partiler, güçlerini muhafaza etti. Avrupa’da hissedilir derecede gittikçe yaygınlaşan ırkçı tutumların neler olduğuna Avrupa ülkelerindeki izlenimlerimde yer vereceğim. Özellikle Almanya, Fransa, İtalya, Avusturya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde baskın olan bu partilerin gücünü artırarak, sola karşı baskın hale geldiği bir gerçek. Hollanda’da yabancı düşmanı Özgürlük Partisi, yüzde 17 civarında oy alarak, büyük bir güç elde etti. Britanya Ulusal Partisi (BNP) parlamentoda temsil edilecek. İtalya’da Berlusconi ile işbirliği yapan Kuzey Ligi, yüzde 11’lik bir sonuç aldı. Avusturya’da aşırı sağ partinin toplam oyu, yüzde 18’e ulaştı ve Macaristan’da Roma azınlığı karşıtlığı temelinde örgütlenen Jobbik partisi, yüzde 15 ile iyi bir sonuç elde etti.


Bir taraftan da Yunanistan, İsveç, Danimarka gibi ülkelerde merkez solun seçimlerden nispeten başarılı sonuçlar elde ettiğini görüyoruz. Bir de ekolojist Yeşiller’in bu seçimde bir adım öne çıktığına şahit olduk. Fransa’daki Cohn Bendit önderliğindeki Yeşiller, yüzde 15 gibi bir oy alarak üçüncü parti konumuna geldi. Alman Yeşilleri de yüzde 12’lik oranla güçlerini korurken; İngiltere’de de oyların arttığı gözlendi.

AP seçimleri genel olarak değerlendirildiğinde; iktisadi krizin yol açtığı karamsar bir siyasi ortamda muhafazakârlaşmanın önünün açıldığı ve krizi iyi yönetmeyi vadeden merkez sağ partilerin kazançlı çıktığı sonucuna ulaşılıyor. Irkçılığı savunan ve çeşitlilikleri yok sayan bir anlayışın hüküm sürdüğü Avrupa ülkelerinde İslamfobinin de oluşması Türkiye’nin zaten zorlu olan AB üyeliğini daha da zorlaştıracağa benziyor. “Ayağınızı denk alın” ayarının çekildiği AP seçimleri sonucu ile AB’nin daha fazla genişlemek istemediği de anlaşılıyor.

9 Haziran 2009 Salı

Demokrasi üzerine I

Demokrasi olgusu, bir topluma mensup insanların çatışmadan uzak bir şekilde bir arada yaşamalarını sağlayan tek unsur olarak gösterilmektedir. Demokrasi kavramı en genel anlamda ‘halkın kendi kendisini yönetmesi’ olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu tanımlama yeterli olmamakla birlikte çok yönlü düşünülmesi ve uygulanması gereken bir olgu olan demokrasi içerisinde yoğun anlamlar taşımaktadır. Toplum ve devlet arasındaki bağı sağlamada önemli bir köprü görevi gören demokrasi, insanlığın var olmasıyla ortaya çıkmış ve toplumların geçirmiş olduğu tarihi süreç doğrultusunda paralel bir yol giderek gelişmiştir.

Demokrasinin kökleri olan demos (halk) ve kratos (yönetim) anlamına geldiğinden yasalarla yönetilen bir devlette halkın yönetime katılması ve oy hakkını kullanması söz konusudur. Toplumsal barışın sağlanmasını, çatışmaların ortadan kalkmasını, halkın kendi temsilcisini özgürce seçmesini, hukuk devletini güvence altına almayı ve siyasal istikrarın sağlanmasını ön koşul olarak kabul eden demokrasi, çoğunluğun sesi olmasından öte çoğunluk dışında kalan azınlığın haklarını koruyan bir eşitlikçi yapıdadır. Güçler (Yasama, Yürütme, Yargı) ayrılığının var olduğu demokrasilerde bu eşitlikçi yapı daha çok korunmaktadır. Demokrasilerde güç hiçbir kimsenin, grubun, topluluğun elinde değildir.


Demokrasinin var olabilmesi için en başta toplumda yer alan bireylerin kamusal alandaki varlığının önemini ve demokratik siyasal bir otoritede söz söyleyebilmek için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini iyi bilmesi gerekmektedir. Demokrasiyi sadece çoğunluk yönetimi olarak tanımlamak yanlış olacaktır. Demokrasi, azınlıkta kalanların çoğunluk haline gelebilme hak ve olanağının bulunduğu bir çoğunluk yönetimidir.[1] Demokrasi, yönetimde olanlarla aynı görüşleri paylaşmayan bireylerin görüşlerini ve düşüncelerini özgürce ifade edebilmeleri için bir platform oluşturur. Demokrasinin toplumdaki her bireyi temsil etmesindeki hassasiyet, bireyin temel hak ve özgürlüklerinin güvencede olması gerektiğinden kaynaklanmaktadır. Demokrasi din, ırk, cinsiyet, milliyet, kültür, eğitim düzeyi ve dil farkı gözetmeden toplumdaki tüm bireyleri temsil eden bir olgudur. Bir toplumda vatandaşların demokrasiyi oluşturabilmeleri için bireylerin diğer bireylerin özgürlüklerini ve özerkliklerini tanıma bilincine erişmesi gerekmektedir. Çoğunluğun seçimiyle başa geçen iktidarın uygulayacağı politikalar, sadece o çoğunluğu oluşturmamalıdır. Demokrasi, iktidardaki kişilerin başa geçtiklerinde kendi düşüncelerine sahip olmayanları yok sayan bir yönetimi kabul etmemektedir. Demokrasi kavramı, günümüzde siyasal alanda kendisini göstermektedir; bu yüzden demokrasinin siyasal alandan sivil alana genişletilmesi gerekmektedir.

Demokrasi ideal toplum ve birey arayışlarına cevap bulduğu için bugün tüm dünyada evrensel bir yaygınlık kazanmıştır. İdeal toplumda insanlararası ilişkilerin birbirleriyle yakın olması, bütün bireylerin toplumun bir parçası olarak kendisini görmesi ve sorumluluklarını yerine getirmesi beklenmektedir. Demokrasi ortaya çıkardığı eşitlikçi yapıyla bu beklentileri karşılamaktadır ve sadece siyasetle sınırlı kalan bir yönetim anlayışı değildir. Hayatın her alanında karşımıza çıkan demokrasi kavramı, kitle iletişim araçlarının modern dünyada var olabilmelerini sağlayan bir olgu olarak da görülmektedir. Eleştirel yaklaşım içinde öncü rol oynayan Frankfurt Okulu’nun son dönem temsilcilerinden Habermas, demokratik bir iletişim biçiminin oluşturucu öğelerini kamusal alan tartışması çerçevesinde açıklarken, iletişim araçlarının siyasi ve ticari iktidarın alanı içinde kamusal alanı nasıl ortadan kaldıran bir işlev yüklendiğini açıklamaktadır.[2] Ayrıca demokrasi, bireylerin içerisinde bulunduğu işyeri, okul, aile gibi alanlarda kendisini gösterir. Demokrasinin var olabilmesi için toplumda yer alan bireyler, aktif bir biçimde özgürlüklerini korumayı amaçlayan bir kimlikle siyasetin içerisinde yer almalıdır.

Dewey’e göre demokrasi, bir yönetim biçiminden daha fazla bir şeydir. Gönüllü bir aradalığa dayalı bir hayat tarzını, ortak bir iletişmiş tecrübe tarzını[3] temsil etmektedir. Bir toplumda kamusal alanı ilgilendiren konularda oydaşmayı sağlamak amacıyla çekişen fikirler ve gruplar arasında ortak bir karara ulaşma yöntemi olan demokrasi, genel ve yerel olarak değişen seçimlerle toplumun siyasal tercihlerinin özgürce sergilendiği bir alandır. Demokrasi sadece ‘adil’ ve ‘özgür’ seçimlerin düzenlenmesiyle mevcudiyet kazanmaz. Özgürlükler, temel insan hakları, eşitlik, müzakere ve uzlaşı demokrasisinin içermesi gereken değerlerdir.[4] Farlılıkların çoğulluğunu temsil eder. Halkın kendi adına ülkeyi yönetecek yöneticileri seçmesi bakımından bir rekabet platformu da oluşturmaktadır. Ancak demokraside bu durum anayasal çerçevede belirlenerek belli kurallar halinde olmaktadır. Bireysel anlayıştan yola çıkarak toplumsal bir alanda kendilerini ifade etmeye başlayan özgür, özerk, aktif kimlikler, demokrasinin vazgeçilmez bağlantı noktasıdır. Demokrasi, bireyin kendi başına ahlaki bir değer taşıdığı ve bu niteliğinin ‘özgürlüğü’ gerekli ve kaçınılmaz kıldığı; pazar ekonomisi ve hukuk devletinin de bu özellikleri tamamladığı düşüncesine dayanır.[5] Halkın iradesiyle oluşan demokrasinin tarihten günümüze toplumlarda uygulanışı farklılık göstermiştir.

Demokrasinin çeşitleri:
Doğrudan demokrasi
Atina demokrasisi
Klasik demokrasi
Yarı doğrudan demokrasi
Temsili demokrasi
Genel oy demokrasisi
Sınırlı oy demokrasisi
Sosyal demokrasi
Marksist demokrasi
Ekonomik demokrasi
Endüstriyel demokrasi
Siyasal demokrasi
Çoğulcu demokrasi
Çoğunlukçu demokrasi
Oybirliği demokrasisi
Halkçı demokrasi
Halksız demokrasi
Özgürlükçü demokrasi
Parlamenter demokrasi
Katılımcı demokrasi
Plebisitçi demokrasi
Korporatist demokrasi
Koalisyonel demokrasi
Liberal demokrasi
Tele-demokrasi[6]

Bu demokrasi çeşitleri, toplumlarda uygulanmış ve uygulanmaya devam eden bir yönetim olmuştur. Günümüzde demokrasinin tam olarak işlevlerini yerine getirebilmesi için bireysel özgürlük ve hakların, sivil toplum kuruluşlarının, şeffaf ve sorumlu bir hükümet yapısının, özgürce yapılan seçimlerin, hukukun üstünlüğünün ve kendi seçmiş olduğu temsilcisini sorgulayan, denetleyen ve kontrol etmeyi kendisine görev bilen bilinçli insanların olması gerekmektedir.

Kaynaklar

[1]Emre Kongar, Demokrasi ve Kültür, İstanbul, Remzi Kitapevi, 2005, s. 13.
[2]Nilüfer Timisi, Yeni İletişim Teknolojileri ve Demokrasi, Ankara, Dost Yayınları, 2003, s. 14.
[3]Mehmet Küçük, Medya, İktidar, İdeoloji, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1994, s. 18.
[4]İhsan Dağı, Necati Polat, Herkes İçin Demokrasi ve İnsan Hakları, Ankara, Liberte Yayınları, 2004, s. 6.
[5]Dağı, Polat, a.g.e., s. 7.
[6]Can Aktan, “21. yüzyıl ve Anayasal Demokrasi”, (Çevirimiçi): http://www.canaktan.org/politika", 13.04.2007.

6 Haziran 2009 Cumartesi

Bir kütüphaneniz var mı?

“Kütüphanemi ne zaman oluşturmaya başladım?” sorusunun cevabını aradığımda 1990’lı yılların başlarında Şişli’de geçirdiğim çocukluğum aklıma geliyor. O dönemde çocuk olanlar bilir: Sevilen sanatçıların gazete ve dergilerdeki fotoğrafları ve yazıları kesilerek, bir güzel defterlere yapıştırılır ve saklanırdı. Daha okuma yazmayı yeni söktüğüm o yıllarda gazete karıştırma, kesme biçme alışkanlığı edinmiştim. İlkokulda ise sınıfımızda geniş bir kitaplık vardı ve bütün öğrenciler her hafta bir kitap okumak zorundaydı. Böylece çocuk kitaplarını bu dönemde bitirdiğimi hatırlıyorum. Ama her şeyden önemlisi mahallemizde Vural Arıkan Kütüphanesi vardı. Sınıf öğretmenimizin verdiği bütün ödevleri şimdiki çocuklar gibi internetten değil de bu kütüphaneden araştırırdım. Her kaynağa ulaşabildiğim, oturup saatlerce kitapları karıştırdığım bu kütüphanedeki eserlere büyük bir itina gösteren cüce ve kambur görevlinin varlığı, her zaman bana ciddiyetle kitaplara yaklaşma hissiyatını aşılamıştı. Böyle bir temelin üzerine tam olarak kütüphanemi oluşturmaya lise yıllarında başladım diyebilirim. Arkadaşlar arasında değiş tokuş edilen, haftalık harçlıkların biriktirilmesiyle alınan kitaplar okuma sevgisini daha da çok artırıyordu. Aristotales, Immanuel Kant, Jean Jack Rousseau, Cervantes, Montesquieu, Goethe gibi büyük düşünürlerin eserlerine merakım da bu dönemlerde başlamıştı. Bizim yazarlarımızdan Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Necati Cumalı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Selim İleri, Cemil Meriç’in hayat dersi niteliğindeki öyküleri, hep bir yol gösterici rehber olmuştu. Dünya klasiklerinden Montaigne’nin Denemeler’i ise hayat felsefemin oluşmasına katkı sağlamıştı. “Bunlardan bize ne?” diyorsanız; bu soruya Montaigne’in kaleminden cevap vereceğim: “Kendinden söz etmek kötü görünen ve yasak edinilen bir âdet olmuştur; çünkü kendinden söz etmek her zaman kendini övmek gibi algılanır, kendini övmekse birçok insanın hoşlanmadığı bir şeydir. Ama kendinden söz etmeyi yasaklamak, çocuğun burnunu silecek yerde, burnunu koparmak olur.”


Üniversite yıllarında daha çok basın yayın, siyaset, sosyoloji üzerine kitaplar okudum ve böylece her geçen gün kütüphaneme yeni kitaplar eklendi. Ama ikinci el kitapları ayrı bir severim ben; üstü karalanmış, notlar düşülmüş, dokunulmuş kitapları, kısacası yaşamış kitapları… Bu nedenle başta Beyazıt, Taksim, Kadıköy’deki sahafların yolunu az arşınlamadım değil. Sanki hiç bulamayacakmışım gibi bir korkuyla aradığım kitapların bu yerlerden çıkması inanılmaz mutlu ediyor beni.

Kitaplarımın her biri benim için çok özeldir. Geri almak karşılığında en yakın arkadaşlarıma okumaları için kitaplarımı veririm ama aklım onlarda kalır. Kitap okurken, kelimelerin altını çizmeyi ve notlar düşmeyi de ihmal etmem ayrıca kitaplarıma gayet nazik davranırım. Bir de her kitabıma aldığım tarihi ve adımı yazarım. Şimdi kendi çapında işimi görecek düzeyde, tamamen sevdiğim yazarların kitaplarından oluşan ve her geçen yıl biraz daha genişleyen bir kütüphanem var. Çetin Altan üç tür okuma vardır diyor: Birincisi zorunlu okuma; mektep kitapları. İkincisi öğrenmek için okuma. Üçüncüsü ise zamanı unutmak için, zevk için okuma. Üniversite yıllarında daha çok birinci ve ikinci okuma türünü uyguladığımdan şimdi zevk için okumalara zaman ayırıyorum. Dönem dönem okuma türlerim değişse de hayat yoldaşı kitaplarımı severek okuyorum.

2 Haziran 2009 Salı

Meryl Streep varsa izlerim!



Narin, güzel bir kadın, ciddi bakışlı nemrut bir yönetici, emekçi, engel tanımaz bir lider, çocuklarının iyiliğini düşünen koruyucu bir anne, savaş mağduru öteki, tutkulu bir aşık, katı kuralları olan rahibe, her şeyden önemlisi oyunculuğuna güvenen bir duruş… Bu saydığım özelliklerin hepsi yıldan yıla devleşen Meryl Streep’te toplanıyor. Profesyonel oyunculuğuyla dikkatleri üzerine toplayan Streep’in bütün filmleri olmasa da birçok filmini izledim. İlginçtir artık ‘bu filmde Meryl Streep varsa kesin izlerim’ şeklinde bir hale de büründüm. Her filmde göstermiş olduğu üstün başarılı rolleriyle gözümde daha da çok büyüyen Streep’in son yıllarda rol aldığı filmlerdeki performansı da gerçekten etkileyici ve enerji yüklü.

Meryl Streep’in yaşam öyküsüne bakıldığında; oyunculuğa adanmış bir eğitimin ardından istikrarlı bir şekilde ‘ne olmak istediğini bilen’ bir kadın imajı dikkat çekiyor. ABD New Jersey’de 1949 yılında dünyaya gelen Streep, drama okuduktan sonra Yale Üniversitesi’nin yine drama bölümünde güzel sanatlar alanında master yaptı. Bunun yanı sıra garsonluktan kuaförlüğe kadar zorlu işlerin altından da kalkmasını bildi. Gerek tiyatroda gerekse de televizyon yapımlarında oyunculuğunu sergileyen sanatçı, kısa sürede sinemada aranan aktrislerin başında geldi. 1970’li yıllardan günümüze kadar oynadığı filmlerde farklı rollere bürünerek, izleyicinin karşısına büyüleyici bir şekilde çıkan Streep, dizi oyunculuğunda da kendisini kanıtladı. Oscar’a en fazla aday olan Streep’in rol aldığı ilk film 1977 yapımı "Julia" oldu. 1978’de "The Deer Hunter” ve bir yıl sonra Dustin Hoffman ile rol aldığı "Kramer vs. Kramer" filmleriyle dikkatleri üzerine çekti. Streep, "The Deer Hunter" filmindeki rol arkadaşı John Gazale ile nişanlandı ancak Gazale, 1978 yılında kanserden yaşamını yitirdi. Aynı yıl Streep, aktör Don Gummer ile evlendi ve dört çocuğu oldu.

1982’de çekilen "Sophie’s Choice"ta rol alan oyuncu, en iyi kadın oyuncu Oscar’ını kazandı. Bu filmde konuştuğu bütün yabancı dillere olan hâkimiyeti de birçok izleyicinin dikkatinden kaçmamıştır. 1970’li yılların ardından "The French Lieutenant’s Woman" (1981), "Silkwood" (1982), "Out of Africa" (1985), "Ironweed" (1987), "A Cry in the Dark" gibi birçok başarılı yapımda rol aldı. 1990 yılından sonra Streep, bilindik rollerin dışında çok farklı rollerde sergilediği oyunculuğuyla izleyicinin karşısına çıktı. "Postcards from the Edge", "Death Becomes Her", "The House of the Spirits", "The Bridges of Madison County", "The River Wild", "She-Devil", "Marvin's Room", "Music of the Heart" gibi filmlerde çok çeşitli karakterleri canlandırdı. "Music of the Heart" için iki ay boyunca günde altı saat keman dersi aldı. Itzhak Perlman ve Isaac Stern gibi dünyaca ünlü iki virtüözün yanında keman çalma becerisini gösterdi.


2002 yılından sonra "Adaptation", "The Hours" gibi ses getiren filmlerde ve Al Pacino ile birlikte "Angels in America" adlı mini dizide rol aldı. Beni gerçekten etkilediği "The Devil Wears Prada"da ise Miranda Priestly rolünde cadaloz patronu canlandırdı. Beyaz perde ve televizyon dışında birçok Broadway yapımında da rol alan oyuncu, ABBA grubunun müzikali "Mamma Mia!"nın sinema versiyonunda dudak uçuklatan cinsten bir performans sergiledi. Bu yıl ise Streep, “Doubt / Şüphe” filminde cemaatteki papazlardan birinin okuldaki siyah bir öğrenciyle ilişkisi olduğundan şüphelenen Rahibe Aloysius’u canlandırdı. Mamma Mia’dan sonra bu filmin vizyona girmesiyle izleyici Streep’in sergilediği iki farklı oyunculuğunu karşılaştırma fırsatı yakaladı. Bir insan hiç mi kötü oynamaz diye sorular varsa cevabı kesinlikle “hayır”. Çünkü Streep, eşsiz oyunculuğuyla rol aldığı vasat filmleri bile kurtarmasını bilerek, farkını her zaman ortaya koydu.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails