30 Nisan 2009 Perşembe

Labirent şehir Venedik

Bir labirentte kayboldunuz mu hiç? Ben kayboldum. Hem de şehir labirentinde. Önce farkına varamazsınız kaybolduğunuzun çünkü tarihi mimarinin yaşanmışlığı içinde yol alırken hava, mekânlar, kokular, sesler, kanallar, sokaklar başınızı döndürür. Her anı doyasıya yaşamak, ağzı sıkıca kapalı bir kavanoza kapatmak ve fotoğraflamak istersiniz. Gidersiniz gidersiniz yol da sizinle gider; bir iki defa gittiğiniz yere tekrar gittiğinizi fark edersiniz. Benim gibi ‘zaten gezginim, bana vız gelir’ derseniz sorun etmezsiniz, işin içinden çabuk çıkarsınız. Kimi zaman kalabalık grupları takip edersiniz, rehberin anlattıklarına kulak misafiri olmak için; kimi zaman da sokak adlarını kaydedersiniz, bir daha unutmamak için. Ancak yorulmaya başladınız mı tam bir dar alanda kısa paslaşmaları oynarsınız. Nasıl bitecek bu labirent sızlanmalarının ardından dar dar bölmeler üzerinize gelir sanırsınız. Başınız döner, nefes nefese kalırsınız ve çıkış yolu hala yoksa pes edebilirsiniz. Ancak dinlenip tekrar yola koyulmak şartıyla. Çünkü şehir sana gülerek der ki:

-Sen daha labirentin bölmelerini görüyorsun. Asıl benim içimi keşfetmelisin. Neler yaşandığını biliyor musun burada? Bu mimarinin neden oluştuğunu, köprülerin neden yapıldığını, kimlerin ödüllendirilip, kimlerin cezalandırıldığını, maskeli baloları, hangi aşkların yaşandığını nereden bilebilirsin. San Marco, Palazzo Ducale, Ponte Dei Sospiri, Rialto’yu sadece taş yapılar mı sanıyorsun? Sen ancak beni görerek tükettiğini zannediyorsun.


Bu sefer sen de kendi kendinle konuşmaya başlarsın; labirent şehrin her yerini keşfetmeliyim, ezberlemeliyim, çıkış yollarını bulmalıyım diye. Yukarıdan baktığınız zaman bir labirentin bütün planını görebilirsiniz. Bu balık şeklinde bir labirentti. Venedik’ti. Dar bölmeleri, geçitleri, köprüleri, gondolları, çiçekleri, sırları, gizleri, isleri, pusları vardı. Gündüzleri kalabalık, geceleri sessizdi. Kimilerine göre bir günde tüketilecek, kimilerine göre de hiçbir zaman tükenmeyecek bir diyardı. Gizli sandık gibiydi. Ne kadar görürsen o kadar bilirsin. Küçük olmasına küçüktü ama aynı elma şekeri tadında; yedikçe yiyesin gelir, gezdikçe gezesin gelir. Gezgin ruhuyla gezmek gerekir. Sabırla labirentin çıkışına ulaşınca şehir sana “yoruldun mu gezgin?” diye sorduğunda; ‘Evet yoruldum. Aynı senin yorgunluğun ve yaşanmışlığın gibi, yoruldum’ dedirtir.

29 Nisan 2009 Çarşamba

Mevlâna

Güneş gibi ol şefkatte merhamette
Gece gibi ol ayıpları örtmekte
Akarsu gibi ol keremde cömertlikte
Ölü gibi ol öfkede asabiyette
Toprak gibi ol tevazuda alçakgönüllülükte
Ya olduğun gibi görün
Ya da göründüğün gibi ol

28 Nisan 2009 Salı

Görünmez Kentler

Italo Calvino, Tatar İmparatoru Kubilay Han ile İtalyan gezgin Marco Polo’nun bir satranç masasındaki diyaloglarına yer verdiği Görünmez Kentler’de Polo’nun gezilerine ağırlık veriyor. Hepsine birer kadın adı vererek “kurmaca kentler” yaratan Calvino, güçlü bir şekilde simge ve semboller üzerinden “semiyotik” (gösterge bilim) bir anlatımı tercih etmiş. Zekâ, strateji ve aldatma üzerine kurulu bir oyun olan satrançtan yola çıkarak, kitabı temel bir düzleme oturtan Calvino, dil cambazlığını iki güç üzerinden sergilemiş. Her oyunda olduğu gibi satrançta da insanlar birbirlerini tanımaya çalışır ve buna göre bir strateji belirler. Bu oyunda görünen güç Kubilay Han olmasına karşın zihinsel emeğiyle Marco Polo’nun Kubilay’ın önüne geçtiğini görüyoruz. Daha sonra Marco’nun karşısında öğrenci konumuna geçen Kubilay Han, zapt ettiği toprakları Marco’nun anlatımıyla tanıyınca sadece mekânların sahibi olmakla iktidar olunamayacağını anlıyor.

Kitaptan birkaç alıntı:

Mevsimler geçip yolculukları sürdükçe, Marco, Tatar dilini, çeşitli ulusların kullandığı deyimleri, kavimlerin lehçelerini öğrendi. Anlattıkları Yüce Han’ın isteyebileceğinden de kesin ve ayrıntılıydı artık ve Han’ın hiçbir sorusu yoktu ki cevaplayamasın, hiçbir merakı yoktu ki gideremesin. Ama gene de belli bir yerle ilgili bir bilgi, Han’ın kafasında, Marco’nun o yeri anlatırken kullandığı ilk jesti veya ilk nesneyi çağrıştırıyordu. Yeni veri o amblemle bir anlam kazanıyor ve birlikte ambleme bir anlam ekliyordu. Belki de imparatorluk, zihnin hayallerle yarattığı bir burçlar kuşağı sadece, diye düşündü Kubilay.
“Tüm amblemleri tanıdığım gün,” diye sordu Marco’ya “imparatorluğuma sahip olabilecek miyim nihayet?”
Venedikli: “Hiç heveslenme Hünkârım: O gün sen kendin amblemler arasında amblem olacaksın.”


Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor.
“Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han.
“Köprüyü taşıyan şu taş ya da taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi,” der Marco.
Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler:
“Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.”
Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”


Polo: “Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: Cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: Sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.”

27 Nisan 2009 Pazartesi

Mutluluktan korkmak


Mutluluk tarif edilebilir mi, gösterilebilir mi ya da çalınabilir mi bilmem ama kişiden kişiye değiştiği için farklılık gösterebilir. Bazen bir çocuğun annesine sarılması, sevgililerin aynı yıldıza bakması, bir aile sıcaklığı, ayrı düştüklerimizle hasret gidermek, bir arkadaş toplantısında iyi vakit geçirmek, bir sıcak çorba içmek, bir kediyi sevmek, bazen de ayrı şehirlerde ya da ülkelerdeki insanların aynı güneşten ısınması mutluluğu özetleyebilir yaşanılır bir şekilde… Ressam Dianne Dengel’e göre mutluluğun resmi yapılabilirdi. İçerisine bolca gün ışığı giren bir odadaki yatağın iki tarafında sarmaş dolaş ebeveynlerle çocukların bir arada uyumaları, şemsiye ile üstlerinden akan sudan korunmaya çalışmaları, üzerlerinde bir köpeğin ve yatağın baş ucunda küçücük bir kedinin de uyuyor olması ayrıca bir tavuğun da bu anı izlemesi Dengel’in mutluluk tanımını yansıtıyor. Kimilerine göre bu tablodaki resim küçük bir yatakta sıkış sıkışa yatan insanların bir arada ne kadar da mutlu olduklarını; yalnız başına yaşamak isteyen kimileri için de dayanılamaz bir anı anlatmaktadır. Dediğim gibi mutluluk kişiden kişiye değişmektedir.

***

İnsan olarak her zaman mutluluktan koktuğumuzu düşünüyorum. Mutluluk, bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan doğan kıvanç olarak tanımlanıyor. Benimse mutluluk denilince hemen aklıma ‘bir insan nasıl oluyor da geçmişte ya da içinde bulunduğu anda dahi sıkıntılarından, kafasını meşgul eden sorunlardan, belki de hiçbir zaman çözüm bulamayacak problemlerinden uzaklaşarak, bir an için hayata gülümseyebiliyor?’ sorusu geliyor. Her mutluluğun ardında buruk bir kalp, belki başka insanlar için önemsenmeyecek derecede kişiyi boğan kederler vardır diye düşünmeden kendimi alamıyorum. Ve bir an süren mutluluktan sonra tekrar bu problemlerle yüzleşmek zorunda kalmak ise en büyük işkence olsa gerek hayatta.

***
Acaba hayatı boyunca her günü mutlu geçen insan var mıdır? Hayatı boyunca her günü mutlu olsun diye çabalayan insan ya da gerçek mutluluk var mıdır? Kime göre gerçek olacak bu mutluluk peki… Aslında ‘engelleri aşmak en büyük hazdır’ diyor Alman filozof Arthur Schopenhauer. Meselelerin temelinde yatan bizi yıllardır mutsuz kılan sadece engeller midir? Ya hayatta yitirdiklerimiz, bir daha elde edemeyeceğimiz, her gün biraz daha araya zaman giren anlar ya da beynimizden silip atamadığımız, aklımıza her defasında geldiğinde söyleyemediğimiz sözler ne olacak… Mutluluk bunları belli bir zaman içerisinde unutturabiliyor ama sonsuza kadar etkili olabiliyor mu? Zevkten sızdıktan sonra ertesi güne kısık bakan gözlerimizin önüne bütün unutmak istediklerimiz tekrar gelmiyor mu? İşte bu yüzden mutluluklar beni korkutuyor.

Yaşamak istiyorum
Sonsuza kadar aklımda
Çözmek zorunda olmadığım bilmecelersiz.
Yaşamak istiyorum
Her adım atışımda
Ayağımı ağırlaştıran engellersiz.
Ve bilmek istemiyorum
Mutluluklarımın ne kadar sürdüğünü.
Bir anlamı yok.
Çünkü
Tekrar beni eski halime döndürüyorlar…
03.03.2008

25 Nisan 2009 Cumartesi

Ermeni sorunu ve Barack Hüseyin Obama

Barack Hüseyin Obama, Kenya asıllı Müslüman bir baba ile beyaz bir Amerikalı annenin oğlu olarak dünyaya geldi. Parçalanmış bir ailenin içerisinde büyüdü ve hayatı oradan oraya sürüklenerek zorluklarla geçti. New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler okuyan Obama, Harvard Hukuk Fakültesi’ne 1988 yılında girdi. Çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Haziran 2008’de Demokrat Parti’nin resmen başkan adayı oldu. Başkanlık seçiminde “Yes We Can” sloganıyla ‘değişim’ üzerinden siyasetini yürüttü ve 4 Kasım 2008’de seçimleri kazanarak, ABD tarihinde ‘ilk’lerin adamı oldu. Obama, görev başına geldiğinden beri sempatik tavırları ve konuşmalarıyla dikkat çekiyor. Beyaz Saray’a yerleşmesinin üzerinden uzun bir zaman geçmeden ilk denizaşırı seyahatini Avrupa ve oradan da Türkiye’ye yaptı. G-20 ile başlayan Avrupa ziyaretine NATO ile devam eden Obama, yoğun programına rağmen İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’e bir iPod ile besteci Richard Rodgers imzalı bir şarkı kitabı hediye ederek, yine sempatik tavrını korudu. Avrupa’daki görüşmelerin ardından önemli kararlar alındı ancak bunlara değinmeden Obama’nın Türkiye ziyaretinden çıkan sonuçları ve bunların Ermeni meselesini nasıl etkilediğini masaya yatırmak istiyorum.

Obama’nın Türkiye ziyareti

Obama’nın bu ay Türkiye’ye düzenlediği ziyaret, 40 saatlik bir süreye sığdırıldı. Obama’nın konuşmalarındaki satır aralarına bakıldığında; Türkiye üzerinden Müslüman dünyasına ABD’nin “İslam ile savaş içinde olmadığına ve olmayacağına” dair mesajlar dikkat çekiyor. Batı ile Müslüman dünyasının ilişkilerini geliştirmek amacıyla bu adımları atmaktan geri durmayacak olan Obama’nın ABD’nin yitirdiği imajını tekrar onarmak için çalıştığı da aşikâr. ABD’nin çıkar ve amaçları doğrultusunda sağlam adımlar atacağa benzeyen Obama’nın bu tutumu, Türkiye’nin AB’ye alınmasına yönelik olumlu açıklamalar yapmasını sağlıyor. Bu nedenle Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy’den Obama’ya sert tepki gelse de ABD bu konunun üzerinde geri adım atmayacak.

Obama’nın TBMM’de grubu bulunan tüm siyasi parti liderleriyle de görüşmesi bir ‘ilk’i oluşturdu. Tabii ki bu durum Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) uluslararası arenada sahneye çıkarak, kalıcılığını ispatlamasına fırsat tanıdı. Diğer muhalefet partilerine de mesafesini eşit bir şekilde korumaya çalışan Obama’nın TBMM kürsüsünden indikten sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı öperek, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile sempatik bir ilişki kurması dikkatlerden kaçmadı. Bunun yanı sıra Recep Tayyip Erdoğan ve Barack Obama’nın Ayasofya’yı gezerken ‘Gli’ adında bir kediyi sevmesi de objektiflere yansıyınca bizim medya bir hafta boyunca kedinin şeceresini çıkararak, çarşaf çarşaf haber yaptı.


Basının eline öyle malzemeler geçti ki sempatik ve sıcak görüşmelerin arkasında hangi kararların alındığını sorgulamak rafa kalktı. Mesela dini liderlerin temsilcileriyle görüşen Obama, Fener Rum Patriği ile yalnız görüşmeyi tercih ederek, patriğe ayrıcalık tanıdı. Basına kapalı yapılan bu görüşmede Heybeliada Ruhban Okulu meselesinin gündeme geldiği belirtildi. Ama içeriden dışarıya daha fazla bilgi sızdırılmamasına özen gösterildi. Demokrasinin vazgeçilmez koşulu sayılan ‘çoğunluklar azınlıklara, azınlıklar da çoğunluklara bir üstünlük sağlayamaz’ ilkesi dikkate alındığında tabii ki azınlık haklarının eşit bir şekilde korunmasından yanayım ancak nedense bu konular üzerindeki gelişmeler kapalı kapılar ardında oluyor. Biz de toplum olarak merak etmiyoruz, bu da ayrı bir sorun teşkil ediyor.

Obama sempatizanlığı hat safhada


Bugüne geldiğimizde ise yine aynı yöntem uygulanıyor. Senatör Ted Kennedy'nin Beyaz Saray’a sürpriz ziyaretinde Obama’nın kızları Sasha ve Malia’ya hediye ettiği ‘Bo’ adlı köpekle Obama’nın arkaları dönük bir şekilde aynı adımı atarak yürüyüşleri medyanın gündeminden düşmedi. Bir taraftan da gazetelerin birçoğunda Barack Obama’nın eşi Michael Obama ile romantik bir şekilde dans etmesi ve kendi sandalyesini kendisinin taşıması gibi fotoğraflar sıklıkla yayınlandı. Kısacası tüm dünyaya Obama sempatizanlığı aşılanıyor.

Ermeni soykırımının olup olmadığı Obama’nın ağzından çıkan kelimeye mi kaldı?

Geçmiş konuları gözden geçirdikten sonra gelelim asıl konumuza. Her yıl olduğu gibi 24 Nisan Ermenilerin “Soykırımı anma günü” olarak kutlandı. Yine tartışmalar, Obama’nın yapacağı konuşmasında “soykırım” diyecek mi, demeyecek mi? şeklinde aldı başını yürüdü. Dün Obama ‘soykırım’ sözcüğünü kullanmadı ama "Meds Yeghern" (Büyük Felaket) demekle yetindi. Anlaşılan o ki başkanlık seçimlerinde “Ermeni soykırımı”nı tanıyacağına dair vaatlerde bulunan Obama’nın son zamanlarda Türkiye ve Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi için bir yol haritasının belirlenmesi ve ABD’nin de çıkar ve amaçlarının zedelenmemesi nedeniyle bu sözü kullanmadığı açıkça ortada. Bu durum Türkiye’de diplomatik başarı öyküsü olarak algılandı. Ancak ortada büyük bir sorun var ki o da şu: Bir tarihi olay bir kişinin ağzından çıkacak kelimelerle belirlenmeye çalışılıyor. Oysaki var olan tarihi belgelere dayandırılarak her iki tarafın da elinde olan bulguların tarafsız bir şekilde karşılaştırılmasıyla çözümlenebilecek bu durum, ısıtılıp ısıtılıp Türkiye’nin önüne bir tehdit unsuru olarak getiriliyor. 24 Nisan 2009 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir yazı dizisinde Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, eldeki belge ve bilgiler ışığında yanlış bulduğu noktaları şu şekilde anlatmış: “Batılı yazarların önemli bir bölümü 1915’teki Ermeni ayaklanmasının Osmanlı güvenliği için gerçek bir tehlike oluşturmadığını, Ermenilerin silah kullanımının bir avuç insanın ufak tefek olaylarıyla sınırlı kaldığını, Türklerin bu tehdidi çok abarttığını ve böylece Ermeni azınlığın çoğunluğunu “tehcir”, yani yerinden etme gibi bir kararın gereksiz olduğunu, ayrıca böyle bir uygulamanın örneği de bulunmadığını savunuyor ve görüşlerini yineleyip duruyorlar.” Görüldüğü gibi yapılan hatalar, tarihi o dönemin koşulları çerçevesinde değerlendirememek ve olaylara tarafsız yaklaşamamaktan kaynaklanıyor. Kararlılıkla üzerine gidildiğinde gerçeklerin çok net anlaşılabileceği bu sorun nedeniyle Türkiye’nin daha çok başı ağrıyacağa benziyor.

Meğer sağırmışım!

Her şey bir oyunla başladı. Nereden bilebilirdim sağır olduğumu… Haleti-i ruhumun biraz tembelliği tutunca elden ne gelir; verdik kendimizi akıp giden zamana. Önce derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapattım. Gün ışığı göz kapaklarımın engelinde, dışarıda akıp giden hayata göz kırpıyordu; hızlıca geçen bulutlara takılan güneş gibi. Birden kulağıma saatin ritimli ritimli tik tak sesleri gelmeye başladı. Daha o sesin dakik koşuşturmasına alışamadan, lambadan kaynaklanan ince ayar bir ses kulağımı tırmaladı. Sadece bununla da kalmadı; aşağıdaki komşunun zili çaldı. Sesler çok net gelmiyor tabiî ki ama neler olup bittiğini anlayabiliyorum. Komşu “kim o?” bile demeden çocuklar, merdivenleri patır patır indi. Ben daha olayı kavrayamadan camdan cama konuşan iki kadının anlaşılmaz seslerine dikkat kesildim. Oturduğum koltuktan doğruldum ve kafamı hafif sola eğerek -sanki daha fazla ses duyacakmışım gibi- kulağımı ince ince gelen sese verdim. Evet, bu bir kavgaydı. Tipik bir halı silkeleme kavgası. Pazartesi – perşembeler birbirine karışmış; cumartesi sabahı al sana ağız dalaşı. Eminim ki ağır sözlere kadar uzayıp giden bu kavga sonrasında kadınlar, aralarında hiç tartışma yaşanmamış gibi tekrar birbirleriyle konuşacaklar. Bu da hayatın bir cilvesi olsa gerek. Ses o kadar fazla gelmeye başladı ki sokaktan geçen simitçinin “simitçiiii!!!” diye bağırışları arada kaynadı gitti. Yetmezmiş gibi gökyüzünün parçalı bulutları arasında nereye gittiğini bilmediğim bir uçak da uğultuyla geçti. Malum mevsim ilkbahar olunca kedilerin sesi de eksik olmuyor. Vızır vızır geçen arabaların sesleri tabi ki cabası; bunu saymıyorum bile. Acaba daha derinlerden hangi sesleri yakalarım dedim kendi kendime. Ayrıca hatırlatayım camlar kapalı. İyice odaklandım ve daha derinlerdeki sesler birbirine karışmış bir uğultuyla geliyordu kulağıma. Tam olarak seslerin ne olduğunu ve nereden geldiğini bile kestiremedim. Derinlerde çok derinlerdeydim. Sonra açtım gözlerimi ve dedim ki kendi kendime; "derinlere kulak kabartmadan kesinlikle sağırsın". Ve belki de sağır olduğumuz için bu gürültülü dünyada yaşamayı sürdürebiliyoruz. Sağır olduğum için üzülsem mi yoksa bu seslere kulağımı kapatarak kendimi dış dünyadan izole ettiğim için sevinsem mi bilemedim. En iyisi tembelliği aşıp kitap okumaya dönmek.
15.04.2002

Annemle Hasbihal

Anne, zannetme ki günler geçti de
Değişti evvel ki hissim gitgide!
Bir hırçın çocuğum, değişmez huyum;
Seneler geçse de ben yine buyum!
Senden umuyorum teselli yine!
Bugün şefkatine, muhabbetine
Zanneder misin ki yok ihtiyacım?
Belki eskisinden daha muhtacım!
Dünyanın tükenmez kederlerinden
Kalbim kırılsa da böyle derinden,
Hayatım büsbütün ye’se kapılmaz.
Teselli bulurum içimden biraz
O derin sevgini hatırlarım da!
Her gece hıçkıran dudaklarımda
Hasretle anılan senin adın var.
Anne, hayatımda bir tek kadın var.
Beni aldatmadı, sevdi daima!
Gittikçe ruhumu saran bu humma
Başka sevgilerden yadigar, anne!
Sevmeyen sevenden bahtiyar, anne!

Sorma ki başımdan çok şey geçti mi?
Ah, eğer anlatsam sergüzeştimi!
Nasıl terk edildim, nasıl atıldım;
Anne aldatıldım, ah aldatıldım,
Belki her zamandan fazla severken.
Bir lahza bahtiyar olayım derken,
Bilmezsin kaç gece böyle ağladım!
Şimdi tecrübem var, artık anladım:
Aşk, o bir masalmış, yalanmış meğer!
Seven bir kalp için sığınacak yer
Yalnız o kucakmış, yalnız o dizmiş…
İnsanlar ne kadar merhametsizmiş.

Orhan Seyfi Orhon

24 Nisan 2009 Cuma

Kriz Vanity Fair, Monocle ve Vogue’u teğet geçti


Teknoloji hızla gelişiyor ve kitle iletişim araçları (KİA) da bu değişim ve dönüşüm sürecine ayak uydurmaya çalışıyor. 2008 ekonomik krizinin ağır dalgalarının hala etkisini gösterdiği günümüzde ise yayıncılığın internete yoğunlaşması kaçınılmaz oldu. En ucuz ve kolay eğlendirici KİA olan televizyon kanallarının bile bu krizden mağlup çıktığını görüyoruz. Son dönemde yabancı ya da yerel birçok gazetenin küçülmeye gittiğine de şahit olduk. Bir taraftan da dergiciliğin geleceğine yönelik tartışmalar aldı başını yürüdü. Özellikle Doğan ve Ciner gruplarında yayınlanan birçok derginin yayın hayatına ya son verildi ya birçok eleman işten çıkarıldı ya da haftalık dergiler, aylık olarak yeniden yayınlandı. Kriz süreci ve internetin yaygın olarak hayatımıza girmesi bu yayınların çok değil beş ya da 10 yıl sonra ne durumda olacaklarına dair soruları akıllara getiriyor. Dergiciliğin ayakta kalmasının yolu ise farklılıklara açık olarak kendini tekrarlamamaktan geçiyor. Piyasada o kadar fazla dergi varken ve gündemi saniye saniye ele alan internet siteleri, gece gündüz demeden bilgi sızdırıyorken; yazılmayanı yazmak ve detaylarda gezmek gerek. Bahsettiğim bu yöntemi özellikle Conde Nast şirketinin sahibi olduğu Vanity Fair, Vogue ve Tyler Brule’un sahip olduğu Monocle gibi dergiler çok iyi beceriyor.



Popüler kültürün ihtiyaçlarını karşılayacak bir donanıma sahip olan bu dergilerin sergiledikleri farklılıklar, daha uzun yıllar yayın hayatlarına devam edeceklerinin göstergesi. Her üç dergiyi de takip etmeye çalışıyorum. Monocle dolu dolu içeriğiyle dikkat çekiyor. Her ne kadar Serdar Turgut dergide okunacak bir yazı bulamadığından şikâyet ederek Oray Eğin’e hak vermese de bence ortada bir emek olduğunun unutulmaması gerek. Ayrıca gelenekselden biraz ayrılarak, yeni bakış açılarına da yer açılmalı diye düşünüyorum. Artık herkesin bir blog sahibi olduğu internet dünyasında her kafadan farklı bir sesin çıkması da güzel bir gelişme. Monocle’ın da bu kitlelerin dergisi olması, yayının okunmasına engel değil. Ayrıca tek düzeliğin, sıradan bakış açılarının ortadan kalkmasını ise bugün çok da önemsenmeyen ‘bloglar’ sağlayacaktır. Bakın da görün!


Her ay işlediği kapak konularıyla hedef kitlesini daha da genişleten Vanity Fair ise siyaset ve sanat dünyası diye ayırmadan son dedikoduları okuyucuyla buluşturuyor. Kadın erkek demeden meraklıların yakından takip ettiği bu dergi de diğer yayınlara karşı fark yaratmayı başarmış ve dilden dile ulustan ulusa yayılarak, popüler kültürün dergisi olmuş çıkmıştır. Dolayısıyla krizden o kadar da çok etkilenmedi. Ha şunu söylemekte fayda var: Vanity Fair, her yıl olduğu gibi bu yıl da Oscar Ödül Töreni düzenledi ancak daha az kişiyi bu törene davet etti. Basit ve küçük çaplı düzenlenen bu törenin sadece gösterişten uzak olması, bizdeki dergilerin ekonomik krizden aldığı darbeyle karşılaştırıldığında hakikaten kriz Vanity Fair’i teğet geçti dedirtiyor.


Vogue da moda takipçilerinin en gözde ve ‘cool’ dergisi olarak biliniyor. Vogue için erkeklerin dahi kadınları anlayabilmesi için incelenmesi gereken önemli bir dergi deniliyor. Dergi kapak ve fotoğraflarıyla farklı çizgisini her zaman ortaya koyuyor. Kadın erkek demeden herkesin yakından takip ettiği Vogue, kadınlara belki de hayatlarında hiç sahip olamayacakları giysileri, takıları ve daha birçok şeyi sergilediği için baş tacı. Modaya yön veren çizgisini her zaman devam ettiren dergi, krizi darbe almadan atlatan dergiler arasında gösterilebilir.

***

Bahsettiğim bu dergilerin başarısı okuyucunun dikkatinden tabiî ki kaçmıyor ve böylece daha fazla ülkede yayınlanacağa benziyor. Conde Nast şirketinin Doğuş Yayın Grubu ile anlaşması ise akıllara “The Devil Wears Prada” filmine de konu olan ve Meryl Streep'in canlandırdığı Anna Wintour’un kim olacağı sorusunu getiriyor. Derginin Türkiye’de nasıl bir atmosfer yaratacağını merak etmiyor değilim. Ancak Türkiye’deki moda dergilerinin Vogue’a benzer bir değişime gitmesi yerine moda dünyasında farklılıklar yaratacak konuları ortaya çıkarmasını da umuyorum. Yoksa tek düze yayıncılıkla Türk dergiciliği, bir kriz daha kaldıramayacak ve raydan çıkacak gibi duruyor.

John Donne


Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına;
anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta;
bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa,
sanki yiten bir burunmuş, dostlarının
ya da senin bir yurtluğunmuş gibi,
ölünce bir insan eksilirim ben,
çünkü insanoğlunun bir parçasıyım;
işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını;
senin için çalıyor.

23 Nisan 2009 Perşembe

Cool Man Leonard Cohen



Ne zaman “bu iş halledilecek” desem Leonard Cohen’in tok ve etkili sesinden “closing time” parçası aklıma geliyor ve beni benden alıyor. İnanılmaz derecede çalışkan bir sanatçı olan Cohen, ayrıca şair, yazar ve müzisyen. Yalnız başınıza kaldığınızda eminimki en iyi arkadaş size Cohen olacaktır. Çünkü şarkılarının genel temasını kasvet ve yalnızlık oluşturuyor. Evet eserlerinde karamsar bir hava da var ama yaşadığı ilişkiler yumağına bakılınca nasıl karamsar olmasın ki; kendisine hak vermemek elde değil.
***
Abartısız bir parçasını her kelimesine dikkat ederek, bir yıldan daha uzun bir sürede yazıyor. Kara mizah ve toplumsal sorunlara da değinmiyor değil. Dolayısıyla Cohen’in şarkılarını anlamak biz dinleyiciye kalıyor. Viyana’da Währinger Straße’den Dr. Karl-Lueger-Ring’e kadar uzayıp giden geniş caddede her akşam yaptığım yürüyüşlerimde bana eşlik eden Cohen ile birlikte hayatı sorgulamak da ayrı bir zevkti…
***
Ciddi ve takım elbiseli duruşunun altında yaşanmışlığı sergiliyor Cohen. 1934 Eylül Kanada doğumlu olan sanatçı, birçok döneme de tanıklık etmiş ve gözlemlerini şarkılarına çok iyi yansıtmış. 1960, 70, 80, 90 ve 2000’ler. “Hallelujah” ile gönülleri fethetti, “Who by fire” ile düşündürdü, “The future” ile tarihi sorgulattırdı, “Everybody Knows” ile kişisel sırların açığa çıkmasını sağladı, “Dance Me to The End of Love” ile sevgiliye son kez vedalaşma yolunu öğretti. Ve asıl önemlisi son 4-5 yıldır üzerine cilt cilt kitaplar okuduğum demokrasi olgusunu özetle “Democracy” ile anlamlı kıldı.
***
Kalbini sesine yansıtarak, ABD’yi yerdi, yerdi ve yerdi. 12 Temmuz 2008’de Londra O2 Arena’da verdiği konserin canlı kayıtlarından oluşan yeni albümü “Live in London” da müzikseverle buluştu. Albüm Cohen’in 40 yılı aşkın süreye yayılan repertuarında yer alan en sevilen şarkılarından oluşuyor. Ve bize de seni daha uzun yıllar sahnede görmek dileğiyle “Cool Man Leonard Cohen” demek düşüyor.

22 Nisan 2009 Çarşamba

‘Düşünüyorum öyleyse varım’

‘Düşünüyorum öyleyse varım’ demiş Descartes. Bazıları için bu söz klişe gelebilir ama düşünmeyi önemli kılan bu sözün içerdiği özdür. Bunu anlamak için bile düşünmek gerekiyor ve bir de ‘ya düşünemeseydim’ derken bile düşündüğümüzün farkına varmak. Yani düşünmekten kaçış yok…

İnsanlığın düşünmeden zaman geçirmesi sadece uyku anında olsa da o zaman da devreye rüyalar girmektedir ve yine zihnimizi meşgul eden bir şeyler her zaman olacaktır. Yaşadığımız ve unutamadığımız her gelişmeyi kaydeden bir beynimiz olduğu sürece kimi zaman anne sütünü, çocukluk anılarımızı, en sevdiğimiz oyuncağımızı, pişmanlıklarımızı, özürlerimizi kimi zaman da ilk aşkımızı, sevdiklerimizi, sevmediklerimizi, bize ait olan eşyalarımızı, kokuları, sesleri ve renkleri yani hayatımızdaki vazgeçilmezlerimizi düşünmeye devam edeceğiz.

***

Yaşadığımız her anı bir fotoğraf çeker gibi depolayan beynimizden depoladığı belgeleri istemenin bile ayrı bir düşünmeyi gerektirdiğini unutmamalıyız. Nefes aldığımızı unuttuğumuz gibi bazen düşündüğümüzü de unutabiliyoruz. O da nasıl olur şimdi demek geçiyorsa içinizden hemen açıklayayım. Artık bir yerden sonra insanlık, aklına gelen sözcük ve kelimelerin aslında düşünerek çıktığını unutarak direkt ağızdan çıkan söze kulak kesilmiştir. Otomatik bir motor gibidir aslında insan beyni. Çalışır ama paslanmaz çünkü sürekli düşünmektedir, düşünmekle paslarını silmekte ve düşünmeye programlanmıştır. Ama günümüzde özellikle de ülkemizde ağızdan çıkan kelime ve sözcüklerin ne kadar düşünülerek söylenildiğini tartışmak güç. Tartışmak şöyle dursun yeterince düşünülmeden söylenen sözleri kimin söylediği ve ne yapmaya çalıştığı dahi sorgulanmıyor. Burada da bizim ne kadar düşündüğümüz sorunu ortaya çıkıyor. Yani her halükârda düşünmemeyi istesek de içinde bulunulan durum ve yaşanılan dünya bizleri düşünmenin uzantısı olarak sorgulamaya zorluyor.

***

Formüllerin çözülmesini, sorulara cevap bulunmasını, hastalıkların iyileştirilmesini ve hayata dair daha birçok şeyi sağlayan düşünmek, aslında dünyada gördüğümüz doğanın, nesnelerin ve diğer canlıların anlam kazanmasında da etkili bir yol. Bu öğelerin herkes için ayrı bir anlam ifade etmesi de farklılıkların ortaya çıkmasına; bizi diğer insanlardan ayırmaya, varlığımızı ortaya koymaya yarıyor. Yani ‘düşünüyorum öyleyse varım’ sözü sadece harflerin bir araya getirilmesiyle oluşan kelimelerden öte, içinde derin anlamlar saklayan büyük bir kılavuzdur…

21.08.2008

Aşk işidir gazetecilik

Tutku diyorlar, alışkanlık diyorlar bazıları da zorunluluk diyor ben aşk işidir diyorum; haber yapmak, GAZETECİ olmak. Saatlerce araştırmak, kafa yormak, soruları düşünmek ve her şeyden önemlisi yazmak; en etkili, vurucu ve yalın bir şekilde. Bu iş, ilkokul mezunu bir insanın anlayabileceği bir dilden yazmaktır; bir o kadar da seviyeyi indirmeden dengede tutarak, harfleri, kelimeleri ve cümleleri tek tek seçmektir. Biraz da delilik olması lazım insanda. Merak zaten vazgeçilmez ilke. Kendine ve yaptığın işe güvenmek, ayrıca kalemini cesurca kullanmaktır. Zamanla yarışmak, yeri geldiğinde sabahlara kadar çalışmak ve kendini kötü, bitmiş, yorgun hissettiğin anda dahi “yazmalıyım” demektir. Öyle her yiğidin harcı değildir bu iş. Canı isteyen gazeteci olamaz. Biraz yetenek biraz mektep işidir. Ah bir de şu rekabetçi ortam olmasa tamamen kendinle yarışma işidir diyeceğim ama maalesef kaçış yok rekabetten. Bu iş, her gelişmeden haberdar olmak ama bir konuda uzmanlaşmaktır. Hiç durmadan düşünmek ve düşünmektir. Böyledir bizim meslek işte…

21 Nisan 2009 Salı

Girizgâh

Seveceksin hayatı acısıyla tatlısıyla… Bir hürriyetse yaşamak şükredeceksin. Kısacası gülümseyeceksin bütün geçmişine ve adım atacağın geleceğine. Merhaba! Ben buradayım diyeceksin. Bazen ses gelmese de senden gözlemlerinle, yazdıklarınla ya da duruşunla hissettireceksin varlığını. Kimi zaman kamburlaşmış kimi zaman da hafiflemiş bir şekilde yürüyeceksin senin için doğru olan o yolda. Ama hep bir umut olacak içinde. Mutluluğu istiyorsan peşinde koşacaksın. Çayın demini alması gibi sindire sindire her anın keyfini çıkaracaksın. Bir gün biteceğini düşünmeden yeni yolculuklara çıkmanın heyecanı da olacak içinde. Arada çakıl taşlarını denize fırlatacaksın. Ve dönüp de geriye baktığında pişmanlık duymayacaksın. Aslolan insan olmaksa şu dünyada sonuna kadar insanca yaşayacaksın…

Neden ‘detailpoints-detay noktalar’?


Uzun soluklu sıkışık olan hayat trafiğinde bir nebze olsun detayları görebilmek, gözden kaçanları yakalayabilmek, yaşanmışlıkları sergilemek ve son noktayı koyabilmek için…


Siyaset, ekonomi, kültür-sanat, tarih, deneme, öykü, anı, izlenim, mizah, moda ve daha saymakla bitmeyecek başlıkları burada bulabileceksiniz.


!!! Şimdi evinizin en rahat köşesine çekilerek, arkanıza yaslanın ve gevşeyin. Bir an olsun hayatın peşimizi bırakmayan sorunlarından uzaklaşmanızı sağlayacak başlıklara kapı aralarken aman kahvenizi de soğutmayın !!!

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails