
-Sen daha labirentin bölmelerini görüyorsun. Asıl benim içimi keşfetmelisin. Neler yaşandığını biliyor musun burada? Bu mimarinin neden oluştuğunu, köprülerin neden yapıldığını, kimlerin ödüllendirilip, kimlerin cezalandırıldığını, maskeli baloları, hangi aşkların yaşandığını nereden bilebilirsin. San Marco, Palazzo Ducale, Ponte Dei Sospiri, Rialto’yu sadece taş yapılar mı sanıyorsun? Sen ancak beni görerek tükettiğini zannediyorsun.

Bu sefer sen de kendi kendinle konuşmaya başlarsın; labirent şehrin her yerini keşfetmeliyim, ezberlemeliyim, çıkış yollarını bulmalıyım diye. Yukarıdan baktığınız zaman bir labirentin bütün planını görebilirsiniz. Bu balık şeklinde bir labirentti. Venedik’ti. Dar bölmeleri, geçitleri, köprüleri, gondolları, çiçekleri, sırları, gizleri, isleri, pusları vardı. Gündüzleri kalabalık, geceleri sessizdi. Kimilerine göre bir günde tüketilecek, kimilerine göre de hiçbir zaman tükenmeyecek bir diyardı. Gizli sandık gibiydi. Ne kadar görürsen o kadar bilirsin. Küçük olmasına küçüktü ama aynı elma şekeri tadında; yedikçe yiyesin gelir, gezdikçe gezesin gelir. Gezgin ruhuyla gezmek gerekir. Sabırla labirentin çıkışına ulaşınca şehir sana “yoruldun mu gezgin?” diye sorduğunda; ‘Evet yoruldum. Aynı senin yorgunluğun ve yaşanmışlığın gibi, yoruldum’ dedirtir.