29 Temmuz 2009 Çarşamba

Lükste yeni anlayış: Ivır zıvırlara bye bye!


Fransa’nın Loire bölgesinde bir şato, Rolls Royce RR marka bir otomobil, pırlanta süslemeli bir saat, tektaş bir yüzük, safir bir kolye, leopar desenli bir koltuk… Hepsi kişiden kişiye değişen lüks hayaller!.. Giyimde, eşyada, harcamada aşırıya kaçma, gösteriş, şatafat anlamına gelen ‘lüks’ün tanımı, günümüz dünyasında değişiyor.

İnsanoğlu, her ne kadar ekonomik kriz dönemlerinde tasarruf yoluna gitmeye karar verse de hayal kurmaktan ve bunları hayata geçirmekten hiçbir zaman vazgeçmiyor. Dünya gerçeklerinin acımasızlığı içinde kendisine oldukça geniş yer bulan lüksün geleceğine yönelik çıkan sonuç ise şu: “Artık ne kadara aldığınız değil, neyi aldığınız önemli”.

Şöyle bir etrafımıza baktığımızda bizi cezbeden, aklımızı çelen ve en sonunda kendisini aldırtan o kadar çok ürün var ki bunlara karşı koymak adeta imkânsız. Kapitalizmin kabul gördüğü tek nimet olan ‘lüks’ün hayatımızda bu kadar yer almasına karşılık bizler de alışveriş müptelası olduk. Bütün markalar hakkında uzmana dönüşen beyinler ise lüksü gittikçe metalaştırdı. Lükse bu kadar ilgi artınca da firmalar, marka ürünlere sahip olabilme kriterlerini aşağıya çekti.


Ultra lüks ürünlerin kıyısından köşesinden geçemeyenler, sırf gösteriş uğruna kemer, cüzdan ya da anahtarlık gibi moda aksesuarlara merak salma numaraları yaptı. Bir nevi gönüllerini eğlendiren bu tüketiciler, ürünlerden heveslerini bu şekilde almayı başardılar ancak “her moda marka eşittir lüks marka” yanlışına da düştüler. Böylece herkesin almaya gücü yetmediği trend markaların lüks olarak nitelendirilmesi ise bizleri günümüzde “Lüks, tam olarak neyi ifade ediyor?” sorusuna cevap aramaya itiyor. Financial Times’ın Monte Carlo’da düzenlediği Lüks Konferans’ında tartışılan bu konular, lüksün geleceği hakkında önemli ipuçları veriyor.

Küresel ısınma ve beraberinde gelen çevre sorunları derken dünya ekonomik krizinin de patlak vermesiyle “sürdürülebilir lüks” olgusu gündeme geldi. Son yıllarda gelen talepler doğrultusunda doğal malzeme kullanmayı tercih eden firmalar, lüks ürünlerin arka planda nasıl bir mutasyona uğradığını da açıklama ihtiyacı duyuyor. Kısacası ‘iyi bir dünya, iyi bir tasarımın önüne geçti’ ve yeni bir lüks anlayış oluşturuldu.

Artık başkalarına hava olsun diye alınan markalar yerini sadece kendimizi mutlu etmek için aldığımız lüks ürünlere bırakıyor. Yani hayatın basit zevklerinden keyif almaya başlayacağız. Onun için ‘ikoncan’ların taktıkları büyük markalı kocaman gözlüklerle artık vedalaşma zamanı geldi de çoktan geçiyor. Elinizi çabuk tutun ve asıl kendinizde görmek istediğiniz lüks dünyanızı bir an önce yaratın!.. Kendinizi nasıl da rahatlamış hissedeceksiniz; deneyin ve görün. Hayatınızda sadece lüks markalar diye yer verdiğiniz birçok ‘ıvır zıvır’a ‘bye bye’ dediğinizi şimdiden duyar gibiyim!

26 Temmuz 2009 Pazar

Yapboz kaldırımlar…

Kaldırımlarını yapboz gibi söke çıkara oyun haline getiren ancak kaldırım mühendisleri yetiştirmesini de son derece iyi bilen bir milletiz biz. Hani derler ya kaldırımlar, medeniyetin göstergesidir diye. İşte aynen öyle; bizdeki kaldırımlar da gösteriyor medeniyetimizin seviyesini bütün delik deşiklik ve yüksekliğiyle… Hatırlıyorum da 1990’ların başında özellikle de yokuşlu sokaklardaki kaldırımlarda iki ya da üç basamaklı merdivenler vardı. Yürümeyi zorlaştıran bu tür kaldırımlarda az düşüp de dizimizi kanatmadık; yaraların kabukları soyuldu ama izleri hala duruyor…

Kaldırımları yiyerek, cadde ve sokakların iki yanında arabaların park halinde durması için hummalı çalışan belediye işçilerinin kullandıkları beton delme makinelerinin çıkardıkları sesler de insanları, hayattan bezdirmeye yetiyordu. Ben diyeyim yılda dört siz diyin beş defa bu işlemler, kararlılıkla devam ederdi. Bu zamana kadar asfalt yenilemesi, su ve kanalizasyon borularının değişmesi, elektrik kablolarının döşenmesi gibi gibi saymakla bitmeyecek bahanelerden kaldırımlar deşilerek, sokak yollarında çukurlar açıldı ve olanlar oldu… Bu çukurlara düşerek birçok insan yaşamını yitirdi. Talihsiz Orhan Veli Kanık da bu kişilerden biri değil miydi? Orhan Veli’nin hayatının en verimli döneminde daha nice serbest şiire imza atacakken 1950’de belediyenin açtığı posta çukuruna düşerek, hayatını kaybettiğini ne çabuk unuttuk…


Peki bunca musibetten sonra ders alındı mı? Tabii ki hayır! Dediğim gibi 1990’larda daha da bir arttı kaldırımları ve yolları deşme operasyonları… Kimi zaman asfaltla kimi zaman betonla doldurulmaya çalışıldı çukurlar… Ama her defasında yayalara inat, hep bir yüksek yapıldı kaldırımlar; engelliler, yaşlılar ve çocuklar da takılıp düşsünler diye… Ayrıca bu icraat, siyasetçilerin genel ve yerel seçimler öncesinde sığındıkları ucuz iş kotarma becerilerinden sadece biri. 2000’lere doğru İstanbul sokaklarında arabaların tek şerit halinde park edilmesi kuralının getirilmesinin ardından kaldırımlar, biraz genişletilse de yapboz oyunu bu; çok sevilmiş ki hala sürüyor. Halk arasında bir nasihat geliştirilmiş; işte vergilerimizin yol döngüsü sağlanıyor yalanı… Gerçi şimdi halı döngüsü sağlanıyor o başka. Dikkat etmişsinizdir, üst geçitlerde yumuşak bir zemin havası veren halıflekse benzer bir döşeme kullanılıyor. Ve her ne hikmetse bu döşemeler, dandik olmalarına rağmen durmadan değiştiriliyor. Yakında bakın görün kaldırımlara da bunlardan döşeyecekler; bittabi daha fazla birilerine para kazandırmak için…

Kaldırımların başka özellikleri de vardır: Gece gündüz fark etmeden şehir bekçiliği ve şahitlik gibi… Tıpkı Hrant Dink gibi sokak ortasında öldürülen nice gazetecinin zaptını tutar kaldırımlar, evsizlere sığınak olur, suçlu suçsuz birçok insanın ayak izini üzerinde bulundurur… Kimi zaman da arabaların altında can veren ölü kedilerin itildikleri kenardır… Kim bilir dile gelseler neler anlatırlar bizlere. Hoş izin vermezler ki; bu yapboz oyunu devam ettiği sürece…

24 Temmuz 2009 Cuma

Ademler ve Havvalar


Karikatürleri Radikal gazetesinde de yayımlanan Piyale Madra, yarattığı tiplemelerle gündelik hayatı renklendiriyor. İlk önce ‘Piknik’ bantlarıyla 1982 yılında Milliyet'te çizgisini konuşturan Madra, yaklaşık 10 yıl boyunca da Cumhuriyet'te çalışmalarına devam etti.

'Ademler ve Havvalar’ına ise 1994'te Yeni Yüzyıl gazetesinde başladı. Gazetenin 1998'de yayın yaşamına son vermesi ile Radikal'e geçen Madra'nın ‘Ademler ve Havvalar’ının ilk kitabı, aynı yıl Yapı Kredi Yayınları'ndan çıktı. Bu yıl serinin altıncısını yayımlayan Madra, yurtdışında da tanınıyor.

Kadın ve erkek arasında yaşanan sıradan ilişkileri, insanın hayata, aşka bakış açısını ve dile getirilemeyen duyguları büyük bir gerçeklikle karikatürlerine yansıtan Madra, çizgileriyle ders vermeyi de ihmal etmiyor. İçerisinde mutlaka kendinizden bir hal bulabileceğiniz ve baktıkça suratınızda hınzırca bir gülümseme bırakan 141 karikatürden birkaç tanesini ekliyorum... Benden hatırlatması; yolculuk boyunca iyi gidiyor!

21 Temmuz 2009 Salı

Boğaziçi’nden


Televizyon yayıncılığı açısından saat 19.00 dedi mi akan sular durur. Çünkü herkes bütün gün içerisinde neler olmuşu öğrenmek arzusuyla ana haber bültenlerini açar ve gelişmeler hakkında fikir sahibi olunca başlar yorum yapmaya…

Koşuşturmaca içerisinde hazırlanarak, ‘anchorwoman’ ve ‘anchorman’lerle izlenilir kılınmaya çalışılan ana haber bültenleri, ‘prime time’a konulur ki daha fazla seyirciye ulaşılsın diye. Özellikle yaz mevsiminde birçok kanalın sorunudur; özel haber yapmak…

Siyasi gündem, çok sivri dilli bir açıklama olmadığı sürece süt limandır. Bu nedenle lay lay lom haberlere daha fazla yer ayrılır. Hangi meyvenin neye iyi geldiği, hangi şehirde hangi yemeğin tadılması gerektiği, hangi maskenin cildi güzelleştirdiği, reçelin nasıl yapıldığı çok lazımmış gibi yüzüncü baskı şeklinde bir de ciddi muhabir havasında çekilen anonslarla yayıla yayıla ekranlarda gösterilir. Sizi bilmem ama evcek uzman olduk artık bu konularda. Hatta Galata’dan ‘yeter’ diye bağırma raddesine gelmiş durumdayız.

Bence televizyon yayıncılığında saat 20.00 önemli bir zaman kesitidir. Birçok televizyon kanalının spor ve hava durumu haberlerine yer ayırdığı bu kesitte izleyici, kendisinin de misafir olabileceği programları seyretmeye ihtiyaç duyuyor. Bu ihtiyacı yarışmalar, filmler ve diziler kısmen karşılıyor. Ancak şu günlerde bu boşluğu TRT 2’de ekranlara gelen sunuculuğunu Tuluhan Tekelioğlu’nun yaptığı Boğaziçi’nden programı dolduruyor.

Hafta içi her akşam kültür sanat gündeminin nabzını tutan program, 20.00’den 21.00’e kadar birbirinden farklı konu ve konuklarla hayatımıza renk katıyor. Tekelioğlu’nun samimi mimik ve jestleriyle sıcak bir havada geçen sohbetleri başından beri izliyorum. Programa katılan konukların artmasıyla jenerikte yapılan düzenlemeler, hoşuma gitti…

Her ne kadar Suzan Kardeş’ten tarifini sadece kendisinin bildiği köftenin sırrını öğrenemesekte Nevra ve Metin Serezli’nin birbirlerine destek çıkarak, aynı mesleği nasıl icra ettiklerini anlayabildik. Yıllar önce Ressam Bob Ross ile manzara resminin nasıl yapıldığını öğrendiğimiz TRT 2’de yayınlanan Tuvaldeki Başyapıt belgeselinin yarattığı bağımlılık, yerini ‘Boğaziçi’nden’e bırakmış durumda… Daha nice programlara…

‘Hafif Müzik’ taşındı


Ocak ayında “Hafif Müzik” başlığı altında hizmete sunduğu blog ile dünyada ve Türkiye’de yaşanan müzik gelişmelerini okuyucularına aktaran Mehmet Tez, müesseseyi www.hafifmuzik.org adresine taşımış. Eh iyi de etmiş!.. Artık videoları ve fotoğrafları rahat bir şekilde görebileceğiz. Milliyet gazetesinde hız kesmeden yazılarına devam eden Tez’in yeni sitede farklı düzenlemelere gittiği de dikkatlerden kaçmıyor. İcraatlarıyla adından söz ettiren Mehmet Tez'in ellerine sağlık…

19 Temmuz 2009 Pazar

Tuna’nın büyüsünde Budapeşte’yi turlamak


Batı yakası Buda, Doğu yakası Peşte… Avrupa’nın gizli saklı tarihini içinde barındıran bir kültür hazinesidir Budapeşte… Kaleleri, tepeleri, köprüleri, gösterişli parlamento binası ve bütün bunları anlamlı kılan insanıyla görülmeye değer şehirlerin başında geliyor. Güneşli bir cumartesi günü ayağımın tozuyla turladım oryantal şehir Budapeşte’yi… Sadece Népliget’ten Deak Ferenc ter durağına kadar metro kullandım çünkü şehir hakikaten çok rahat yürüyerek gezilebiliyor.

İnsanları da gayet sıcaktır bu ülkenin. Macarcanın konuşulduğu bu ülkede İngilizce ya da Almanca sorduğunuz tüm sorulara Macarlar, sıcak bir gülümsemeyle cevap veriyorlar ve çok nazikler. Şehirde ilk soluğumu Szent Istvan Basilica’sında aldıktan sonra hediyelik eşya dükkânlarıyla süslü alandan Tuna Nehri’ne yöneldim. Otel ve eğitim binalarının gösterişli mimarisini uzun uzun inceleyerek devam ettiğim yolun sonunda tam karşıma aslan heykelleriyle süslü Széchenyi Lánchíd (Zincirli Köprü) çıktı. Köprüden geçtikten sonra direkt Buda Kalesi’ne ulaştım. Kaleye fünikülerle de çıkılabiliyor ancak ben tabana kuvvet diyerek yürümeyi tercih ettim. The Sándor Sarayı’nın çevresinden dolanarak çıktığım kalenin hemen hemen her tarafını dolaştım ve fotoğrafladım. Kalenin içerisinde yer alan Macar Ulusal Galerisi’ne de göz atmanızı tavsiye ederim. Güvercinlerin de Tuna’ya bakarak güneşlendiği bu anda şehrin her tarafından görülen Özgürlük Heykeli, merhaba diyordu bana.


Biraz durup Tuna boyunca konuşlanan yapıları ve manzarayı izledikten sonra kaleyi adımlamaya devam ettim. Kale içinde turistler için Macaristan’ın kültürünü anlatan folklorik kıyafetli bebekler satılıyor. Yaşlı Macar kadınından bir bebek satın alarak yönümü Balıkçı Tabyası’na çevirdim. Kaleden 15 dakika uzaklıkta olan bu eseri, hep merak etmişimdir. İnanılmaz derecede beni büyüleyen minik kuleleriyle kendimi başka bir dünyada hissetmeme sebebiyet veren eser, hakikaten başımı döndürmeye yetti. Tuna manzarası eşliğinde yemek yenilebilecek restoranların bulunduğu bu alandaki beş yıldızlı Hilton Budapest de şehre ayrı bir hava katıyor. Bir tarafta da büyüklüğüyle insanın üzerine yıkılacakmış hissi veren Matthias Kilisesi bulunuyor. 1015’te inşa edilen bu kilise, 14. YY’ın ikinci yarısında geç Gotik üslupla bezenmiş… Restore edilen eseri, maalesef çok fazla inceleme fırsatı bulamadım.

Budapeşte manzaralı panoramik kartpostallarımı da aldıktan sonra ara sokaklardan geçerek Tuna boyunca yürüdüm ve Margaret Köprüsü’nden Peşte’ye geçtim. Köprü’den Margaret Adası’na geçilebiliyor ancak ben dosdoğru Parlamento Binası’nı yakından görmeye gittim. Gölgesinin Tuna’ya yansıdığı bu binanın başka hiçbir ülkede benzeri yok. Sırf bu eseri görmek için bile Budapeşte’ye gelinir. Bu şehirde çok sayıda Türk yaşıyor ve restoranların çoğunu Türkler işletiyor. Geç saatlere kadar kafe ve restoranların açık olmadığı Avrupa ülkelerinde Türklerin işlettiği büfeler, kimi zaman kurtarıcı olabiliyor. Budapeşte’yi derinlemesine yaşamak isteyenler ise Çigan gecelerine katılarak, keyifli zamanlar geçirebilir. Trafik yok denecek kadar az bu şehirde. Ancak Almanya, Avusturya ve İsviçre’deki gibi bisiklet yolları çok yaygın değil.


Nyugati Meydanı’nın bulunduğu caddede yer alan tarihi Nyugati Tren İstasyonu’nu ve çevresini dikkatli bir şekilde turladım. Biraz ileride Terör Müzesi vardı ancak vaktim sınırlı olduğundan buraya gitmekten vazgeçtim. Budapeşte’nin önemli gezilip görülmesi gereken yerlerinden birisi de Kahramanlar Meydanı’dır (Hösök Tere). Metroyla ulaştığım meydanın bir yanında Güzel Sanatlar Müzesi diğer tarafında da Mücsarnok Sanat Sarayı yer alıyor.



Meydanın arkasındaki Alice Harikalar Diyarı ise şehre yeni gelenleri kucaklıyor. Budapeşte’nin en büyük eğlence parkına çıkan alanın solunda bulunan hayvanat bahçesi de kesinlikle görülmeli. Yine müze, kilise gibi tarihi yapılarla bezenmiş bu alanda soluklanıp nefes almanız hatta akşamın serinliğinde sandal turu yapmanız mümkün. Avrupa’nın Doğu Paris’i ezcümle kalbi olan Budapeşte’yi Tuna’nın büyüsünde böylece turladım. Ben bütün bunları bir güne sığdırabildim ancak aklım Budapeşte’de kaldı.

17 Temmuz 2009 Cuma

İnsan…

Sanıyorum herkes insan... Gözleri var, elleri var, ayakları var, etten duvarları var, dilleri var, beyinleri var, her şeyden önemlisi yürekleri var… Nefes alıyorlar, veriyorlar, alıyorlar… Yaşıyorlar. Belki de yaşadıklarını sanıyorlar. Ses çıkarıyorlar, konuşuyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar, sinirleniyorlar, heyecanlanıyorlar… Seviyorlar, sevilmek istiyorlar belki de sevildiklerini zannediyorlar…

Sanıyorum herkes insan… Maskeler takıyorlar, kılıktan kılığa giriyorlar, renklere sarılıyorlar… Adım adım birbirlerini takip ediyorlar, özeniyorlar, kıskanıyorlar, kinleniyorlar… Bir kuş gibi özgür olmak istiyorlar, doğruları, yanlışları öğreniyorlar ama yanlış yapmaya ısrarla devam ediyorlar… Zamanlı, zamansız kuruyorlar, ölçüyorlar, biçiyorlar yine de işin içinden çıkamıyorlar… Düş bahçelerinde kayboluyorlar…

Sanıyorum herkes insan… Kovalıyorlar, kovalanıyorlar, sıkılıyorlar, sıkıyorlar, tükeniyorlar, tüketiyorlar… Fark edilmek istiyorlar; tanınmak, gösterilmek, seçilmek… Kazanıyorlar, kaybediyorlar, savaşıyorlar, barışıyorlar, yakınlaşıyorlar, uzaklaşıyorlar… Çalıyorlar, kaçıyorlar, vuruyorlar, kırıyorlar… Kış günlerinde üşüyorlar, dileniyorlar, birbirlerini görmezlikten geliyorlar… Kendilerini şahane bir şey sanıyorlar… Zenginler, yoksullar, cimriler, cömertler, cahiller, akıllılar…

Sanıyorum herkes insan… Yalan söylüyorlar, gizliyorlar, saklanıyorlar… Oyun oynuyorlar, hesap soruyorlar, ödetiyorlar… Kasılıyorlar, sırıtıyorlar, göze batıyorlar… Kararsızlar, tutarsızlar, aldanıyorlar, aldatıyorlar… Zorluyorlar, horluyorlar, homurdanıyorlar, kederleniyorlar, sarhoş oluyorlar, kirletiyorlar… Suçluyorlar, uzatıyorlar, yolcu oluyorlar, unutuyorlar... Çoğalıyorlar, büyüyorlar, yaşlanıyorlar, ölüyorlar, tarih oluyorlar…

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Nat King Cole’a selam olsun

It was fascination, I know, And it might have ended, Right then, at the start, Just a passing glance, Just a brief romance, And I might have gone, On my way, Empty hearted… diyor Fascination şarkısında Nat King Cole... Bugün bütün gün bu sözleri mırıldandım. Mona Lisa, When I Fall in Love, Unforgettable, Twilight Time, Too Young’ı dinledim durdum. Nat King Cole’u düşündüm; yaşadığı dönemi, hayatını, anlatmak istediklerini düşündüm… 16. Uluslararası Caz Festivali ile cazın kalbi İstanbul sokaklarında atmaya başlamışken Nat King Cole’a kendimce selam gönderdim.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da festivalde cazın her türüne emek vermiş müzisyenler yer alıyor. Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Esma Sultan Yalısı, İstanbul Modern, Nardis Jazz Club ve İstinye Park’ta birbirinden güzel konserlere ev sahipliği yapan festivalin programına İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) sitesinden ulaşabilirsiniz. Festivalin bu yılki ‘tribute’ konserler zincirinin halkasını ise “Unforgettable Tribute to Nat King Cole” başlıklı konser oluşturuyor. Altı kişilik vokal grubu ve ona eşlik eden Philharmonia İstanbul orkestrasıyla caza gönül vermiş George Benson, Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde 27 Temmuz’da Cole’un klasik hitlerini seslendirecek.

Nat King Cole

Nat King Cole, müzik dünyasında caz denilince ilk akıllara gelen isimlerden biridir. Bunun için birçok sanatçının kendisinden etkilendiğini görüyoruz. Yumuşak sesiyle kalplerde taht kuran Cole’un şarkılarında her zaman anlatmak istediği hikâyeler vardı. Çünkü sanatçının hayatında önemli dönüm noktaları bulunuyor. Irkçılığın tavan yaptığı ABD’nin Alabama eyaletinde 1917’de doğdu Nat King Cole. 17 yaşında piyano çalarak başladığı müzik kariyerine 22 yaşında King Cole Trio’yu kurarak devam etti. 1951’de dağılan grubun ardından müzik hayatında tek başına yol almaya karar veren Cole, kısa sürede Amerika’nın en sevilen sanatçılarından biri oldu. 50’ye yakın şarkısı müzik listelerinin başına oturdu. Hayatı mücadelelerle geçti. Siyah adam olmanın bedelini yaşamı boyunca ödedi.

Natalie Cole

Alabama’da bir konserde Beyaz Yurttaşlar Konseyi üyeleri tarafından dövüldü ve zor zamanlar yaşadı. Ancak pes etmedi; büyük bir kararlılıkla yoluna devam etti ve hatta sinema dünyasına da adım attı. Nat King Cole’un küçük erkek kardeşi Freddy Cole ve kızı Natalie Cole da şarkıcıdır. Dokuz Grammy sahibi Natalie Cole, “Still Unforgettable” albümünde ilk olarak babasının 1951 hiti ‘Walkin’ My Baby Back Home’a yer verdi ve babasıyla sanal olarak düet yaptı. 14 parçadan oluşan albümü ben, baştan sona dinledim ve beğendim. Meraklıların dikkatine…

5 Temmuz 2009 Pazar

Versailles Sarayı ve bahçeleri

Versailles Sarayı

Doğa kontrol altına alınabilir mi? Simetrik bir şekilde bahçeler düzenlenebilir mi? Ortaya çıkacak eser, bir yok oluş mu yoksa bir var oluş mu? 1997 yılı yapımı The Serpent’s Kiss (Şeytanın Öpücüğü) filmini izlerken aklıma bu sorular geldi. Filmin konusu ise şöyle: Genç mimar Meneer Chrome (Ewan McGregor), Thomas Smithers’in (Pete Postletwaite) eşi Julia (Greta Scacchi) ile yaşadığı bir İngiliz mülküne gelir. Smithers, eşine miras bırakmak için evinin yanındaki arazinin geniş bir bölümüne bahçe yapılmasını ister. Chrome da görünmeyen bir usta tarafından aldığı talimatlar yoluyla bahçenin yapımına başlar. Bu usta Julia’nın kuzeni Fitzmaurice’dir (Richard E. Grant). Gençlik döneminde Julia ile romantik zamanlar geçiren Fitzmaurice ise Thomas’ın savurgan bir şekilde bahçe yaptırmasıyla iflas etmesini planlar. Bütün bunları Julia ile tekrar birlikte olabilmek için yapar. Ancak Chrome’un hesaba katmadığı bir şey vardır o da güzel ve gizemli bir kız.

Marie Antoninette

Olay örgüsünün bir bahçe etrafında şekillendiği filmi izlerken birden gözümün önünde Fransa’da yer alan Versailles Sarayı ve bahçeleri belirdi. Geçen yıl Paris’ten ayrılmama bir gün kala banliyö trenlerinden c2 RER ile gittiğim saray ve muhteşem bahçeler, beni gerçekten büyülemişti. Paris’in 22 kilometre güneybatısında yer alan Versailles, 17’nci yüzyıl Fransız sanatını yansıtıyor. Fransa kralı 13’üncü Louis döneminde av köşkü formatında kurulan saray, 14’üncü Louis tarafından genişletilmiş. Klasik ve Barok üslubundaki bu eserin genişletilmesi, o dönemde yaşanan yoksulluk nedeniyle savurganlık olarak görülmüş. Ağaçların boylarının aynı olduğu ve dallarının eşit bir şekilde kesildiği sarayın bahçesi, simetrik bir düzene sahip. 32 bölümden oluşan bahçede ayrıca 16’ncı Louis’nin eşi Avusturya arşidüşesi Marie Antoninette için yapılmış bir özel bölüm bulunuyor. Sarayın arka kısmından bakıldığında ucu bucağı görünmeyen bahçeler, dört mevsim ayakta durarak yıllara meydan okuyor.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Elektrik kesilirse…

Evde birilerinin olduğunu biliyordum. Zile bastım; apartmanın kapısı açıldı. İçeri girdim; birisi patates kızartmış, ağır kokuyu hemen aldım. Sonra eve girdim; holün ışığını yaktım. O, bu, şu derken ve aklımdayken renklileri çamaşır makinesine attım. Mutfağa geçtim, radyoyu ayarladım, en sevdiğim şarkıların çalındığı frekansı da buldum; bir taraftan salata için havuçları mutfak robotundan geçirdim. Bu iş de bitince itinayla hazırladığım lazanyayı fırına koydum. Artık yorulayım değil mi? Beklenen an! El oyalayan işlerden sonra yoruldum... Salona geçip televizyonun düğmesine bastım. Koltuğa kuruldum. Ev ahalisi de diğer odalarda kendi hallerinde takılıyordu. Ben de haberlere dalmış gitmişken maillerime bakmam gerektiğini hatırladım. İşte beklenen cevap gelmişti. Sonra dımdı dımdı dım!!! diye telefonum çaldı… Arayan evin şımarık çocuğu ağabeyim :-) Ben de hava bin beşyüz. Dayanamaz kendisi makarna türü yemeklere. “Maalesef yoksun şekerim! Fırındakinin tadına bakamayacaksın. Boşuna heveslenme” dedim ve telefonu kapattım. Bizimkinin aklı yemekte mi kaldı ne? Pattt! Elektrik kesildi. Öylece kalakaldım.

Her zaman holdeki dolabın üzerinde duran iki kollu şamdan ortalıktan kaybolmuştu. Neyse ki çakmağı buldum. Evin her yerini arandım tarandım. Sonunda şamdanın odadaki komodinin üzerinde durduğunu görünce hemen mumları yaktım. El feneri falan da var ama böyle zamanlarda aklıma direkt mum geliyor. Çamaşır makinesinde çamaşırlar, fırında da lazanya kaldı; iyi mi? Evdekiler hemen salona doluştu. Televizyon yok, internet yok... Kısacası bizi konuşmaktan uzaklaştıran hiçbir şey çalışmıyor. Bir daha gördüm ki her elektrik kesintisinde olduğu gibi “acaba ne zaman gelecek bu” diye birbirimize sorular sormaktan bıkmamışız. İsterse yarın gelsin dedim. Umrumda değil!.. Yapacak bir şey yok.


Mum ışığında evdekilerin yüzünü görmeye çalışırken duvarda kendi gölgemi görünce suratımda dehşetengiz bir ifade oluştu. Oysa çocukken her şey çok farklıydı. Birden gözümün önüne babamla oynadığımız gölge oyunları geldi. Babam, ellerimi avucunun içine alır, ellerimizin gölgesinden mum ışığında duvara karşı hayvan şekilleri çıkarmaya çalışırdı. Bir taraftan da “benim küçük kızım sakın büyüme” derdi. Ama her geçen gün büyüyoruz işte. Böyle zamanlarda bilmeceler anlatır, tekerlemeler söylerdi babam, güldürürdü bizi. Gerçi hala güldürüyor ama çocukken başka oluyormuş; bunu şimdi anlıyorum.


Yüzümdeki tebessümle eteğimdeki taşları dökmeye başlayınca bizimkiler de başladılar konuşmaya ve bizi bir gevezelik hali aldı gitti. Beş taş oynarken yaptığımız mızıkçılıklarımızdan lunaparkta atlıkarıncaya binmek için beklediğimiz sıralara, tek kanallı dönemde TRT’de yayınlanan korku filmlerinden “Neredesin” sorusunun cevabını almak ve vermek için cep telefonlarında uzun uzadıya gerçekleştirdiğimiz konuşmalara, çekirdek çitlerken yaptığımız muhabbetlerden teknolojinin gelişmesiyle iletişimimizin artık yerini sanal dünyaya bırakmasına değindik durduk. Yaklaşık iki saat geçtikten sonra elektrik geldi. Odalardaki bütün ışıklar birden yandı. Televizyon kendi kendine açıldı. Buzdolabı, fırın ve çamaşır makinesi çalışmaya başladı, wireless dalgaları eve yayıldı. Mumları tek tek söndürdük. Tekrar herkes kendi halinde bir köşelere çekildi. Başladı yine suskunluk sarmalımız...

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Hıza takılmak…


Hız: Alınan yolun harcanan zamana oranıdır. Tehlikeli bir kelimedir ve kimilerine göre uygulamada da bir o kadar uzak durulasıdır. Hatta yolda giderken annelerin ağızlarından hiç düşürmediği: “Cızzzz! Yapma evladım. Amaannnn! Şimdi bariyerlere toslayacağız” demesine sebebiyet veren vakadır. Var hızımızla karşı koyamadığımız bir eylemlilik halidir, çabukluktur… Hava sirkülâsyonu içinde kendini zamana, boşluğa ve akışa vermektir; bir nevi bırakmak, heyecanlanmaktır. Kimi zaman gözlerimizin önünde film şeridi gibi hayatı başlangıç noktasından itibaren izlemektir. Notalara döküldüğünde ise Dean Martin’in Hey Mambo’sunda neşelenmektir. Sanatta fütürizm akımının dalgalarında Gino Severini’nin resimlerinde kaybolmaktır. Matematiksel düşünürsek hız problemlerinin içinde buluruz kendimizi; sonra işin içinden çıkamayız alimallah...


Gino Severini’nin bir resmi

Her ne şekilde olursa olsun hayatta ‘hız’a hep bir takılmışımdır. Üçer, beşer koşar adımlarla artık kaldırım taşlarında dengede durma çabalamalarım ve dilimin ucunda sayı saymalarım olmasa da merdivenleri patır patır çıkma ve inmelerim hala devam ediyor. Yolda hızlı yürümek de ayrı bir güzeldir; hızlı ve analitik düşünmek ve bunları ifade edebilmek de. Malum tüketim kültürünün kök saldığı bir dünyanın çocukları olma yolunda bilinçli ya da bilinçsiz yol alırken, seri üretime geçmiş makinelerle insanların gücü yarıştırılırken ‘hız’ daha da bir önem kazanıyor; tabii kimine göre iyi, kimine göre kötü anlamda. Burada alt-üst ilişkisinin üzerinden iple atlıyorum. Kısacası günlük hayatta zaman, denge ve hız hamurunu başarılı yoğurabilenlerin bir adım öne geçeceğini; küçük şeylerin üzerinde uzunlamasına durarak zamanı ıskalayan durgun zekâlıların ise yerinde saymaya mahkûm olduklarını vurgulamak istiyorum…

Yorumsuz

Her şeyin özündeki bozulma ve çürüme eğiliminin bizi ilkelerimizden uzaklaştırmasına da karşı koyabiliriz; ama kocaman bir yapı olan topluma yeniden şekil vermeye çalışmak, bu kadar büyük bir yapının temellerini değiştirmeye kalkmak, düzeltecek yerde silip süpürmek, ufak tefek kusurları toptan bir kargaşayla düzeltmek, hastalıkları ölümle iyi etmek, “Devleti değiştirmekten çok yıkmak isteyen” kimselerin işidir.

MONTAIGNE

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails