31 Ağustos 2009 Pazartesi

Artık The Proclaimers gelsin

Charlie ve Craig Reid kardeşlerin 1987 yılında kurduğu bir İskoç rock grubu olan The Proclaimers, bu yıl Notes & Rhymes ile karşımıza çıktı. Benny and Joon’da I Would Walk (500 Miles) parçasıyla gönülleri fetheden grubun I’m On My Way, Get Ready ve Irish Girls Are Pretty gibi birçok eğlenceli şarkısı bulunuyor. Bu parçaları dinleyin herkese de dinlettirin efendim ilaç niyetine gayet iyi gidiyor; neşeye de neşe katıyor. Bu komplimanların ardından grubu yeni tanımaya başlayacaklar için söylüyorum; şüphesiz kaliteli bir grup sizi bekliyor… The Proclaimers’ın bu yıl ki konser programına da şöyle bir göz gezdirdim. Maalesef Türkiye görünmüyor ancak ben en kısa zamanda grubun ülkemize gelmesini ve coşku dolu bir konser vermesini umut ediyorum.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Lüküs Hayat’a tekrar gitmem lazım

Şehir tiyatrolarının Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde 1997 yılında izlemiştim Lüküs Hayat müzikalini… Oyunun özellikle bu sahneye gelmesini beklemiştik çünkü bir başka havası, kokusu vardı Muhsin Ertuğrul’un. Her perde açılışında daha da bir etrafa yayılırdı tiyatro kokusu. Türk toplumunda yaşanan Batılılaşma sürecinin tam ortasına düşmüş insanların gülünç ama düşündürücü öyküsünün anlatıldığı Lüküs Hayat, güncelliğini koruyan ve siyaset gibi birçok konuya eleştirel yaklaşan bir oyundur. Ekrem Reşit Rey’in yazdığı Haldun Dormen’in yönettiği bu oyunun müzikleri ise besteci Cemal Reşit Rey’e aittir.

O vakit Lüküs Hayat’ı izleyecek olmanın ben de yaratmış olduğu ruh halini inanın anlatamam. Sanatıyla sahnede devleşen usta tiyatrocular Suna Pekuysal ve Zihni Göktay’ı gördüğüm zaman yaşadığım heyecan çok farklıydı. Perde arkasında perde, sis ve gizem adeta seyirciyi daha çok oyunun içine çekiyor, oyuncuların enerjisiyle ortalık yıkılıyordu bittabi alkıştan. Ne de olsa ayrılmaz ikiliyi aynı sahnede görmek öyle herkese kısmet olmamıştır.

Geçen yıl talihsiz bir kaza sonucunda Suna Pekuysal aramızdan ayrıldı. Zihni Göktay’ın can yoldaşının naaşı başındaki çaresiz halini unutmak mümkün değil. Suna Pekuysal, aralıksız 14 yıl Zihni Göktay ile birlikte sahne almıştı efsane oyunda; “Sanatçının emeklisi olmaz” diyerek… Ve öyle de yaptı, son nefesine kadar tiyatro, film ve televizyon dizilerinde sanatını konuşturdu. Ruhu şad olsun!


Zihni Göktay, büyük bir kararlılıkla ve asil duruşuyla ‘Rıza’ rolüne hayat vermeye devam ediyor Lüküs Hayat’ta. Tam 25 yıldır sahnelenen bu oyunda dansları ve gündeme uygun esprileriyle Göktay, tek kelime şikâyet etmeden sanatını icra ediyor. Geçen günlerde Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde izleyiciyle buluşan oyunu bu yıl tekrar izleyeceğim. Aradan geçen 12 yılda değişen esprileri duymak, oyuncuları görmek ve Zihni Göktay’ın oyunculuğuna bir kez daha şahit olabilmek yine benim için ayrı bir deneyim olacak. Bu oyuna hâlâ gitmeyenler varsa çok şey kaçırdıklarını söylemek isterim…

Sanat hayatı boyunca başarılı birçok çalışmaya imza atan Göktay’ın hayat mücadelesine de değinmeden geçemeyeceğim. Türkiye’de sanatçı olmanın bedeli ağırdır ve Göktay da bu bedeli maalesef ödüyor. Lüks otomobiller, yatlar, katlar almak için değil, sırf günlük ihtiyaçlarını karşılamak için televizyon dizilerinde rol alıyor. Görüyorsunuz bu ülkede alkışlarla ayakta duran emektar sanatçılarımız öyle sandığımız gibi milyon dolarlar kazanmıyor. 500 bin TL’lik vergi borcu nedeniyle içine düştüğü sıkıntıya daha fazla dayanamayan usta tiyatrocu Gazanfer Özcan da bu yıl aramızdan ayrıldı. Ve biz de toplum olarak yaşarken değerini bilmediğimiz sanatçılarımızı, vefatlarının ardından anar olmaya alıştık. Ama diyorum ki alışmayalım. Zihni Göktay, Erol Günaydın, Genco Erkal gibi tiyatroya gönül vermiş nice sanatçımızın yaşarken değerini bilelim, oyunlarına gidelim, alkış tutalım…

23 Ağustos 2009 Pazar

Düşünce üzerine sorular…


Akşam gazetesi yazarı ve felsefe profesörü Ahmet İnam, bugünkü yazısında “DÜŞÜNCE”nin neresinde olduğumuzu sorguluyor. Toplum ve birey olarak ne kadar düşünce üretimine katkıda bulunduğumu bizlere sorgulatan bu yazı gözden kaçmamalı. Her türlü düşünceye saygı göstermenin ötesinde kendi özgün düşüncelerimizi de ‘suskunluk sarmalı’na girmeden ifade edebilmeyi gerçekleştirebilirsek düşüncenin önündeki bir takım engelleri kaldırmış oluruz. Aşağıdaki soruları bir de siz kendinize sorun bakalım bunların cevaplarını verebilecek misiniz?

“Toplumlar arası düzlemde neredeyiz?
a) Dünyadaki düşünce üretimine katkımız var mı?
b) Bir düşünce alanımız olduğundan, bu alanımızın varlığından dolayı öteki toplumlardan saygı görüyor muyuz?
c) Kendi yaşam deneyimlerimizden kendimize özgü ürünler vermiş geçmişimizden yola çıkıp dünyadaki düşünce alanına kendimizle, kendi gözlüklerimizle gördüklerimizi ortaya koyarak sesimizi duyurabiliyor muyuz? Alışılmış anlamıyla, yerelden evrensele çıkışımız nasıl olacaktır?
d) Öteki kültürlerle ilişkilerimizde, onlara bizim gözümüzle nasıl göründüklerini anlatabiliyor muyuz? Bu anlattıklarımız ilgi uyandırıyor mu? Hep onların gözüyle kendimizi görmeye ahmış bir toplum olarak, bizim kendi gözümüzle gördüğümüzü düşünceye dönüştürerek, dışımızdaki kültürleri kendi açımızdan yorumlamak, bu yorumlarla o kültürlerde etki yaratmak, ilgi uyandırmak bize çok uzak gibi geliyor. Türkiye 'düşünce ülkesidir' diyecekler mi bir gün bize? Bu düşüncenin neresindeyiz? Bir dikili düşünce ağacımız olacak mı toplum olarak bu dünyada?”

Ah güzel İstanbul! 3. köprü yolda


Bu ay hafif rüzgarlı, güneşin öyle çok yakmadığı bir gün boğaz turuyla İstanbul’un kıyılarını tek tek inceledim. Eminönü’nden yola çıkan vapur Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Kuleli Askeri Lisesi, Anadolu Hisarı’ndan Rumeli Hisarı’na geçerek Bebek, Arnavutköy, Ortaköy, Beşiktaş, Kabataş ve Karaköy’den kalkış yerine döndü. Sizi bilmem ama bana büyük bir keyif veriyor; İstanbul manzarasıyla göz banyosu yapmak. Ne de olsa bu kentin evladıyım; bir başka seviyorum şehrim İstanbul’u. Kendisiyle arada kavga etsek de barışmamız fazla uzun sürmüyor; her defasında hak veriyorum ben bu şehre. Ve karşılıklı konuşuyoruz, dertleşiyoruz İstanbul’la.

Köpük köpük dalgalanan deniz başımı döndürürken bu yolculukta, özellikle Kuzguncuk’tan başlayarak ormanla bütünleşen kıyılarda aynı elden çıkan evler, batıyor gözüme… Ormanın içine ev yapmak… Hakikaten düşündürücü. Nasıl bir imar iznidir bu; nasıl bir denetimdir? Yavaş yavaş ormanlık araziye karışan konutlar, bir sefer tası gibi yükseliyor. Biz uykudayken, işteyken, yolda yürürken, şehir turundayken oluyor bütün bu katliam; sessizce… Yok oluyor yeşili gitgide gözbebeğinin.

2010 Avrupa Kültür Başkenti ama bitmiyor İstanbul’umun inşası, ormanlarının katliamı, yol derdi. Üzerinde türlü türlü oyunlar oynanıyor. Herkes kafasına göre bir bir çivi çakıyor, 13 milyon nüfuslu sahipsiz şehrime. Bunun içindir ya sürekli şikayet ediyor İstanbul; gözleri dolu dolu olmuş gene görüyorum. Ağlıyor İstanbul; “duyun sesimi” diyor… Duymak ne kelime, daha çok yok ediyoruz, yağmalıyoruz elimizdeki güzellikleri…


Türlü bahanelerle yıllardır sürekli karayoluna yapılan yatırımın kölesi oldu İstanbul. “Bu şehrin yolları rampalı, raylı sistemi kaldırmaz” diyerek, asfaltı döşedik; otobüslere yatırım yaptık, metrobüsü hayata geçirdik, hem de Hollanda’dan getirttik defolu araçları… Örnek almadık; rampalı yollarda dahi raylı sistemi hayata geçiren diğer ülkeleri. Burnumuzun dikine kendi bildiğimizi okuduk, hala da okumaya devam ediyoruz. Hem insanımıza hem İstanbul’a eziyet ediyoruz...

Şimdi de 3. köprüyü yapmaya çalışıyorlar bu şehre. Düşünün kuzeye daha kuzeye ‘açılımda’ bulunan bir İstanbul. Köprünün Tarabya-Beykoz güzergâhında inşa edileceğinin açıklanmasıyla İBB İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı Şehir Planlama Müdürlüğü’nün projeyi onaylamadığı anlaşıldı. Müdürlükçe hazırlanan 1/100 bin Ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı Raporu’nda “Karayoluyla sağlanmış bir boğaz geçişinin İstanbul’un kentsel gelişimi açısından olumsuz sonuçları, Fatih Sultan Mehmet (FSM) Köprüsü geçişi sonrasında deneyimlenmiştir. İstanbul’un doğal eşikleri benzer bir süreci yaşayamayacak kadar hasar görmüştür” deniliyor.


Ayrıca raporda İstanbul genelinde demiryolu ve denizyolu ağırlıklı toplu taşıma sisteminin kurulması gerektiğine vurgu yapılarak, devletin kentin doğal tarihi yapısını bozacak kararlarından kaçınması gerektiğinin altı çizilmiş. Kentin kuzeye doğru büyümesi halinde çevresel sürdürülebilirliğin tehlikeye gireceğine dikkat çekilen raporda su toplama havza alanlarının ve ormanların daha fazla yok olmasına neden olacak gelişmelerden kaçınılması gerektiği de belirtilmiş. Yine köprünün bağlantı yollarının inşası sonrasında oluşacak kirlilik nedeniyle İstanbul’un içme suyu ihtiyacının yüzde 40’ını karşılayan Ömerli Barajı ile Elmalı Barajı’nın ciddi anlamda risk altında olduğu vurgulanıyor.

Bir taraftan TOKİ ve diğer girişimcilerin Çatalca, Silivri ve Büyükçekmece havzasının imara açılması için çalışmalar yürütmesi kulislerde dolaşan bilgiler arasında. Silivri’ye havalimanı yapılmak istenmesi ise bu planın boyutlarını bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Geçtiğimiz günlerde ormanlık alanlarda Ocak 2009’dan bu yana çalışma yapmaları yasaklanan madencilere yeniden ‘orman vizesi’ de verildi. Bu alanlarda maden arama ve işletme faaliyetini önleyen Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’a karşın yürürlüğe konan kararlar, beni ürkütüyor. Yangından mal kaçırır gibi alınan bu kararlara karşı gelebilecek sivil toplum kuruluşları ise parmakla sayılamayacak kadar az. Doğa Derneği ve TEMA Vakfı’nın göstermiş olduğu kararlı tavrını kutluyorum. Ancak toplumun bu gerçekleri, bir an önce görmesi gerekiyor. Yoksa İstanbul daha çok ağlayacak gibi duruyor…

22 Ağustos 2009 Cumartesi

İtaatsiz bir gangster: John Dillenger…


Johnny’nin akıllarda direkt bir hatlar karıştıran ve suçlu görüntüsü uyandıran afişteki duruşu, açıkçası yetmişti Public Enemies’i (Halk Düşmanları) merak etmeme… Bunun üzerine filmin hemen fragmanını izlemiş ve Depp’in canlandırdığı gerçekte de var olmuş John Dillenger karakterini yakından tanımaya çalışmıştım. Usta minimalist Michael Mann’in yönetmenliğini yaptığı bu filmde FBI ajanı rolündeki Melvin Purvis’i Christian Bale’in canlandırması ve Edith Piaf’ın hayatını anlatan La Môme (Kaldırım Serçesi) ile yakından tanıdığımız Marion Cottilard’ın da Billie Frechette karakteriyle karşımıza çıkması, haliyle filmden beklentileri yükseltmişti.

John Dillinger’ın 1933’te Indiana Eyalet Cezaevi’nden firarıyla başlayan film, Chicago Biograph Sineması’nda “Manhattan Melodrama”yı izledikten sonra caddede FBI ajanları tarafından vurularak öldürülmesiyle son buluyor. Dillinger ile ajanlar arasında yaşanan 14 aylık bir koşuşturma, başarılı bir bakış açısıyla kameraya çekilmiş. Klasik Amerikan gangster filmlerine başka bir açıdan yaklaşarak bugüne yorum getirmek için de önemli mesajlar içeren Halk Düşmanları’ndan beklentim karşılığını buldu diyebilirim.


Christian Bale

Hapishanelerden ‘şaka gibi’ kaçma eylemleri gerçekleştiren Dillenger’ın otoriteyle açık biçimde dalga geçerek, birçok insanın sempatisini kazanması, Türkiye’de benzer olayların yaşanması nedeniyle bize hiç yabancı gelmedi. Gazeteci Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca da 1979’da Maltepe Askeri Cezaevi’nden firar etmemiş miydi? Yine gazeteci Hrant Dink’in katili Ogün Samast da bazı çevrelerin sempatisini kazanmamış mıydı?

Bunların yanı sıra filmde akıllarda kalıcı birçok sahne mevcut. Dillinger'ın kendisinden son derece emin adımlarla elini kolunu sallayarak Chicago Polis Departmanı’na girerek, kendisini arayan özel ekibin yanı başında cirit atması, onlarla konuşması ve buna rağmen hiç kimsenin Dillenger’ı tanımaması filmin önemli sahnelerinden biriydi. Ayrıca hiç beklemediği bir anda sevgilisinin yakalanmasının ardından polisler tarafından fark edilmeyen Dillenger’ın arabayla gittikçe kendisinden uzaklaşan sevgilisine yönelttiği bakışlar ve kamera geçişleri de görülmeye değer. Dillinger’ın hapishaneden kaçarken kullandığı arabanın kırmızı ışığa takılmasını ve bu süre zarfındaki bekleme anını çarpıcı bir şekilde sahneye koyan Mann’in yönetmenliğine bir kere daha hayran kaldım.


Film boyunca Amerikan polisinin saç baş yoldurtan ahmakça tutumuyla dalga geçen Dillenger’ın yakalanması için özel olarak görevlendirilen Melvin Purvis’in temsil ettiği devlet güçlerinin finalde bir göçmen kadını tehdit ederek hedefe ulaşması, bugün de değişmeyen temel yargıları pekiştiriyor.

Amerika’da suç işleyen, suç üreten bu insanların ortak özelliklerinin sonuna kadar aşık olmaları, sevmeleri; en iyi giysiler giymeleri, son model arabalar kullanmaları ve her şeyden önemlisi hayattan zevk almayı bilmeleri ise filmde vurgulanmak istenen başka noktalar… Hızla kazandıkları parayı hızla yiyen bu gangsterlerden sadece biri olan Dillinger’ın ölüm anında söylediği kelimeler de filmin duygusal yönünü ortaya koymaya yetiyor: “Elveda Siyah Kuş”.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Yılın sayfası


Bugün Radikal gazetesinin yorum sayfasında editörlerin gözünden kaçan bir hata vardı. Başlığın üzerindeki yorum şöyleydi: "Hakan abi, bunu koyarsan tek koyarsın, koymayacaksan da sıradaki iki yazıyı beraber koyarsın..."
"Spinoza: 'Hey, Or'da Kimse Yok Mu?'" başlığının üzerine bu yorum iyi gitmiş. Gazetede demek ki bu hatayı görecek kimse yokmuş... Yılın bu sayfası kesinlikle saklanmalı...

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Kediler, zeki hayvanlar vesselam!


Yavru Sylvester

NTV Yayınları'nın bildiğimiz her şeyin aslında yanlışlıktan ibaret olduğunu bizlere kanıtlayan Cahillikler kitabının ikincisi geçtiğimiz ay yayınlandı. İngiliz yazarlar John Lloyd ve John Mitchinson tarafından kaleme alınan kitapların ilkinde yaygın kanılarla ilgili yanlış bilgilerimizin ve yanlış anlamalarımızın kapsamlı bir listesi sunuluyordu. İkinci kitapta ise hayvanlar âlemiyle ilgili bilinmeyen sırlar gün ışığına çıkıyor. Çevirisini Mehmet Evren Dinçer ve Nıvart Taşçı’nın yaptığı kitapta özellikle kedilerin anlatıldığı kısım oldukça dikkatimi çekti. Bu bölümde hayvanlar içerisinde “en tarif edilemez” diye tanımlanan kedilerin günün yüzde 85’ini kesinlikle hiçbir şey yapmadan geçirdiğini öğreniyoruz. Yemek yemek, su içmek, öldürmek, dışkılamak ve çiftleşmek zamanlarının sadece yüzde 4’ünü alıyormuş. Kalan yüzde 10’u etrafta dolanarak harcayan bu yaramaz canlılar, arta kalan zamanlarda ya uyur ya da öylece otururlarmış. Araştırmalar, kedilerin kişilik farklılıklarının yeryüzündeki diğer tüm hayvanlardan daha geniş bir yelpazede çeşitlilik gösterdiğini kanıtlıyor. Özellikle rahatları bozulduğunda kedilerin yapamayacağı şey yoktur. Sahipleri tarafından terk edildiği halde yüzlerce kilometre öteden evin yolunu bulabilen kediler, zeki hayvanlar vesselam.


Kitapta koalalarla ilgili de bir hayli ilginç bilgi yer alıyor. Yavrularını kendi dışkılarıyla besleyen bu sevimli hayvanlar, bütün memeliler arasında en küçük beyne sahipmiş. Yakın zamana kadar bu hayvanları yiyen Avustralya yerlileri yani Aborijinler, koalaların soylarının tehdit altında olduğu ilan edildiğinden bu yana avlanmayı bırakmışlar. Bilimsel adı Phascolarctos cinereus, “kül rengi keseli ayı” anlamına gelen koalalar, ne ayı ne de keseliler sınıfına ait. Onlar vombatların yakın akrabasıymış. Kürk ticaretine kurban giden bu hayvanların bugün sahip oldukları kutsallık niteliklerine rağmen nüfusları 100 bin’e kadar düşmüş durumda.

*Kitapta ayrıca
“Ağustos böcekleri sayı sayabilir
Albatroslar hiç durmadan 10 yıl boyunca uçabilir
Kutu denizanasının 24 gözü vardır
Filler koşamaz
Kazlar ölülerinin ardından yas tutar
Koalalar hiç su içmez
Sülüklerin 34 tane beyni vardır
Istakozlar 100 yıl yaşayabilir
Fareler cinsel ilişki esnasında şarkı söyler
Örümcek ağı çelikten beş kat daha sağlamdır
Termitler ömür boyu tek bir eşle birlikte olur
Solucanlar nikotine bağımlı hale gelebilir
Kartal saatte 300 km hıza ulaşabilir
Ahtapotlar kavanozları açabilir
Dev kaplumbağa 255 yıl yaşayabilir” gibi birçok enteresan bilgi yer alıyor.

14 Ağustos 2009 Cuma

Josh Groban @ 2008 emmys



http://www.dailymotion.com/video/x6uee0_josh-groban-2008-emmys_shortfilms

Değerli 'Detail Points' takipçileri, eminim ki bu genç sesi tanıyorsunuz ama ben yine de söyleyeyim. Bu sesin sahibi 60. Emmy ödül töreninde sergilediği sempatik tavırlarıyla bizleri büyüleyen Josh Groban. Videonun ortasında 'No take me' diyerek yukarıya uçmak zorunda kalan karizma kukla da Muppet Show'un bateristi 'Animal' :-) Groban hakkındaki tüm gelişmeleri www.joshgroban.com adresinden takip edebilirsiniz...

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Erkekliğin arka planı


“Sürüne Sürüne Erkek Olmak”, askerlik hizmetinin erkekliğin kuruluşunda nasıl bir rol oynadığını ortaya koyuyor.

MİNE ÖZDEMİR

Toplumsal yaşamda farklı biçimlerde inşa edilen erkek kimliğinin üretilmesinde hangi kurumların etkin rol oynadığını sorgulayan sosyolog Pınar Selek, erkeklik kademesine varan yolculuğa feminizmin penceresinden bakıyor. Türkiye’de ‘askerlik hizmetinin' erkekliğin kuruluş sürecindeki etkilerine deneyimler penceresinden göz atmayı hedefleyen bir araştırmadan oluşan Selek’in son kitabı “Sürüne Sürüne Erkek Olmak”, erkeklik miti, şiddet ve iktidar ilişkileri içinde sıkışan varoluşa dair bir tartışma yürütüyor.

Çeşitli sosyal koşullardan, yaşlardan ve mesleklerden oluşan 58 erkeğin askerlik deneyimleri hakkındaki anlatımlarının yer aldığı araştırmayı ise Hüseyin Deniz ve İrfan Uçar üstlenmiş. Erkeklik ve askerlik deneyimlerinin ‘ele güne rezil olmayalım’ kaygısıyla dile getirildiği bu çalışma, 15 başlıktan oluşuyor.

“Toplumun askerliğe biçtiği anlamlar ve zorunlu hizmet süreci genç erkeklerde nasıl bir etkiye yol açıyor?”, “Erkekler nasıl bir arka planla kadınların karşısına dikiliyor?” gibi sorulara da cevap aranan “Sürüne Sürüne Erkek Olmak”ta, sünnet, iş bulma ve evlilikten geçen erkeklik kademeleri net çizgilerle ortaya koyuluyor.

Adam edici nitelikler

Sınıf farkı gözetmeksizin her erkeğin aynı kabın içinde piştiği bir olgu olan askerlikte düzenli eğitim, alıştırmalar, ödül ve ceza uygulamaları yoluyla yeni davranış, giyim, dil kalıpları edinen acemi erkekler, hayatlarını tüzüğe bağlı olarak değişik prosedürlerle sürdürmeye alışıyor. Başta silah kullanmayı, yatak düzeltmeyi, sabah tıraş olmayı, bulaşık yıkamayı öğreniyor; dayak ve küfür dışında, ağaçlara ya da taşa selam vermek gibi cezalara çarptırılıyor.

Tüm bu görevleri yerine getirirken erkekler, sınırlarını zorluyor; şamarı, öfkeyi, bastırmayı, intikamı, hıncı yaşıyor. Askerlik bazı erkeklerin sosyal ilişki yeteneklerini geliştirse de bazılarının içe kapanmasına ve psikolojik sorunlar yaşamasına neden oluyor.

Özetle erkeklik duvarının arka yüzünü biraz daha görebilmeye katkı sağlayan bu çalışmada, askerliğin kazandırdığı ‘adam’ edici nitelikler olarak zorluklarla baş etmek, silah kullanmayı, savaşmayı öğrenmek ve olgunlaşmak gösteriliyor.

Milliyet Kitap’tan

Doğuştan bir muhalif…

“Yaşamayı yaşamak istiyorum demiştim / Neylersin ki bu damla bu dem / Ayaklarımda uyaklarımda zincir / Böyle topal koşmalarla geçiyor günlerim / Oysa methetmek gibi olmasın kendimi ama / Yaşamım benim en güzel şiirim” demiş Can Yücel. Ve tam da dediği gibi aradan 10 yıl geçmesine rağmen canlı şiirleriyle aramızdan hiç ayrılmadı şair…

Eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ikiz çocuklarından biridir Can Yücel. Doğuştan muhaliftir, üniversitede okurken de sol kanatta yerini almıştır. Zor günlerinde hayatının aşkıyla tanışır; Güler’le. Ve birçok şiirini Güler için yazar:

“(…) Güler’i bulup evlenmişim / Ne iyi tesadüf! / Üç çocuğum oldu üçü de harika / Ne iyi tesadüf! / Şiiri seçmişim, doğru seçim / Ne iyi tesadüf! / Öleceğim yakında / Ne aksi tesadüf!”

Davetsiz misafir olarak tanımladığı şiirlerine tüm isyanını, heyecanını ve coşkusunu yansıtır; dış baskılara karşı da boyun eğmez Yücel. Mizah ve sözcük oyunlarıyla Türk şiirine yeni bir boyut kazandırır. Zamanla şiirleri, dillerden düşmeyen şarkılar olur. Yeni Türkü “Sardunya’ya Ağıt” ve “İşçi Marşı” şiirlerini besteler.

1997 yılında teşhisi konan bademcik kanseri yakasını bırakmaz Yücel’in; çok zorlu iki yıl geçirir... Ancak 1999 Ağustos ayında bu zorluğa daha fazla dayanamaz ve aramızdan ayrılır şair; ama dedim ya şiirleriyle en çok da “Sidikli Kontes” tanımlamasıyla akıllarda; hep yanımızdadır…

Sevgi Duvarı

sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
yakanda bir amonyak çiçeği
yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi

kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

baktım gökte bir kırmızı bir uçak
bol çelik bol yıldız bol insan
bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerim
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

Can YÜCEL

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Alkışlar PD’ye

Önce bu iş tutmaz, hem de reklamsız meklamsız hayatta yürümez dedim. Ama yürüyormuş; büyük bir kararlılıkla Politika Dergisi (PD) yayın hayatına devam ediyor. Uludağ Üniversitesi öğrencilerinin 2008 yılında kurmuş olduğu PD, bir politik gençlik hareketi olarak boy gösteriyor. Sergilediği demokratik bakış açısıyla siyasete ve eleştiriye farklı bir soluk getiren PD; 1980 sonrasında depolitize olan gençlere bir gönderme niteliği taşıyor. “Apolotik Kalmayın” sloganıyla gençlerin ve genç düşüncelilerin kavgayla değil; fikirlerle politikaya katılımlarının sağlanması amaçlanıyor. Hazırladıkları dosya haberler, röportajlar ve özel söyleşilerle gündemin nabzını tutan PD yazarları, özellikle kıyıda köşede kalan, unutulmaya yüz tutmuş konuları, masaya yatırıyor… Bugün 17. sayısıyla okur karşısına çıkan dergi, yine dopdolu bir içeriğe sahip. ‘Param yok; dergi alamam’ diyenler varsa içinizde; dergiyi internetten ücretsiz indirebiliyorsunuz. Ayrıca indirmeden de yansı eşliğinde okuyabiliyorsunuz. Bu kolaylığı da bizlere sunan genç arkadaşlara daha ne denilebilir ki? Alkışlar PD’ye tabii ki…

http://www.politikadergisi.com/

9 Ağustos 2009 Pazar

İkalarım


Çoğalsa da içimde yumak yumak kelimeler,
Söz verdim; uzun uzun konuşmayacağım.
Firketeyle tutturduğum kahküllerim,
Düşse de bu satırları yazarken gözümün önüne
Söz verdim; kendi kendime kızmayacağım.
Her camdan bakışımda nanik yapsa da çocuklar,
Söz verdim; perdeleri çekip içeri kaçmayacağım.
Ecinniler kafaları, hercümerç etse de
Söz verdim; varlıklarını sorgulamayacağım.
Kalburüstü insanlar hâkimse dünyaya,
Söz verdim; iktidara sövmeyeceğim.
Haminnemin öğütlerini unutsam da
Söz verdim; iyi niyetimi bozmayacağım.
Kakofoni arasında doğru söz kaybolmuşsa,
Söz verdim; münzevi olmayacağım.
Habis yolculuklara da çıkmayacağım…

Mine Özdemir
İstanbul 2009

6 Ağustos 2009 Perşembe

İnsanlığın bittiği an


Dünya haritasını aldım elime; bir ABD’ye bir Japonya’ya bakıyorum… Kilometrelerce uzaklıktaki bu kara parçalarının üzerinde yaşayan insanların birbirleriyle alıp veremediklerini sorguluyorum. Nasıl bir insanlık ki bu, binlerce kişiyi gözünü kırpmadan yakıyor, parçalıyor, yok ediyor… Bundan 64 yıl önce; şimdinin dünya imparatoru ABD, Japonya’nın liman kenti Hiroşima’ya attığı ilk atom bombasıyla insanlığın kökünü kuruttu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında 6 Ağustos 1945’te nokta atışını yaptı ABD; ve dile kolay 140 bin kişinin anında ölümüne neden oldu. Bununla da yetinmedi. Hiroşima’dan üç gün sonra Nagasaki’ye ikinci bombayı attı ve yaklaşık 80 bin kişi hayatını kaybetti. Yaşanan felaketlerin ardından genç, yaşlı, çocuk demeden on binlerce kişi, radyasyon zehirlenmesinden yaşamını yitirdi ve hala yitiriyor.

Atom bombası atıldığında iki yaşında olan, bombanın etkisiyle 12 yaşında hastalanarak hayata veda eden Sadako Sasaki de bunlardan biriydi. Bir Japon inancına göre kâğıttan bin turna kuşu yapanın dileği gerçekleşirmiş. Sasaki de hasta yatağında kâğıttan turna kuşu yapar ve eskisi gibi oyuncaklarıyla oynayabilmek için iyileşmeyi diler. 646 turna kuşu yapmaya gücü yeten Sasaki, karşı koyamaz bünyesine ağır gelen ölümün sessizliğine… İşte bu nedenle dört yıldır Hiroşima’ya atom bombası atılışının yıl dönümünde İstanbul Oyuncak Müzesi’nde toplanan çocuklar, Sasaki’nin anısına tamamlayamadığı turna kuşlarını yapıyor. Sonra bu kuşlar, Hiroşima’da 1957’de açılan ‘Atom Bombası Çocukları’ anıtına gönderiliyor.


Bir de Akira Kurosawa yönetmenliğinde 1991 yapımı Rhapsody in August (Ağustos’ta Rapsodi) filmi vardır; bölgedeki içler acısı durumu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren. Kurosawa, atom bombasının yarattığı etkileri daha yakından göstermek için büyüteci Nagasaki’ye tutmuş. Filmde, İkinci Dünya Savaşı'nın üzerinden 44 yıl geçmesine rağmen öğretmen eşini bomba yüzünden kaybeden; kendisi de öğretmen olan yaşlı bir kadının çocukları ve torunlarıyla olan ilişkileri anlatılıyor. Adım adım gerçeklere tırmanan öykü, yüreklerdeki acıyı körükleyen Atom Bombası’na uzanıyor.

Bir taraftan bunları düşünürken, ABD halkının çoğunluğunun on binlerce insanın yaşamına mal olan atom bombalarının Japonya’ya atılmasını nasıl doğru bulduklarına anlam veremiyorum. Çıkan sonuçtan da şu anlaşılıyor ki; 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere yapılan saldırıyla binlerce insanını kaybeden ABD’liler, konu başka ülkeler için geçerli olduğunda bir caniye dönüşebiliyor. Quinnipiac Üniversitesi tarafından 2 bin 409 kişiye yapılan yoklamada katılımcıların yüzde 61’inin ABD’nin atom bombalarını atmakla doğru yaptığını düşünmesi sonucunun çıkması, bu caniliği doğruluyor. Gündemde böyle haberler varken Türk basınının konuya duyarsız kalmasına, birçok gazetenin bu haberleri neden görmezden gelmesine de kafa yorarım ben. Magazin haberlerinin ortasında, en arka sayfalarda bin vuruşluk yazıyla sadece ajans bilgilerine yer vererek, günü kurtarmaya bakan zihniyete de ayrıca şaşarım ben…

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Leonard Cohen konserine geri sayım başladı…


Kadınların sevgilisi, görkemli kaybedenlerin dostu, 20. yüzyılın ‘troubadour’u O. Nihayetinde geliyor; hasret sona eriyor… Bütün yıl boyunca sokakta, okulda, işte, evde kısaca her yerde Leonard Cohen’in unutulmaz eserlerini dinledim, turnelerini takip ettim, kişisel sitesini ziyaret ederek hakkındaki tüm gelişmeleri öğrendim. Bu yıl hayranlarına ‘Live in London’ı hediye eden Cohen’in bende yaratmış olduğu heyecan, İstanbul’da 5 ve 6 Ağustos’ta Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde vereceği konserle daha da bir arttı.


Olgunluğun doruklarında takım elbiseli ve şapkalı duruşuyla gönüllere taht kuran bariton, konserde 'I'm Your Man', 'Suzanne', 'Chelsea Hotel 2', 'Hallelujah', 'Dance Me To The End Of Love' gibi unutulmaz eserleri seslendirecek. Dışarıda inceden yağmur yağıyorken ‘Famous Blue Raincoat’ da bugünü anlamlandırıyor. Şimdiden nefesler tutuldu, geri sayım başladı. Siz de Leonard Cohen hastasıyım diyorsanız, sanatçı hakkında hazırlanan dosya haberleri şöyle bir gözden geçirmenizi tavsiye ederim. Çok yönlü bu kişiliğinin eminim ki hiç bilmediğiniz özelliklerini satır aralarından yakalayabileceksiniz…

www.leonardcohen.com

Leonard Cohen diskografisi

* ”Songs of Leonard Cohen” 1967
* “Songs from a Room” 1969
* “Songs of Love and Hate” 1971
* “Live Songs” 1973
* “New Skin for the Old Ceremony” 1974
* “Death of a Ladies’ Man” 1977
* “Recent Songs” 1979
* “Various Positions” 1984
* “I’m Your Man” 1988
* “The Future” 1992
* “Cohen Live” 1994
* “Ten New Songs” 2001
* “Field Commander Cohen: Tour of 1979” 2001
*”Dear Heather” 2004
* “Live in London” 2009

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails