29 Eylül 2009 Salı

Man Booker ödülünü kim alır?

Anglo Sakson dünyasının en önemli edebiyat ödülü Man Booker’ın açıklanmasına sayılı günler kaldı… 28 Temmuz’da 13 romandan oluşan uzun aday listesinin açıklanmasının ardından 8 Eylül’de de finale kalan altı yazar açıklanmıştı. Finale kalanlar arasında İngiltere'de 2009'un iki çok satan yazarı Hilary Mantel ile Sarah Waters'ın yanı sıra kazanırsa 3 kez ödül alarak Booker tarihinde bir ilke imza atacak olan J. M. Coetzee gibi kıdemli yazarlar da var. 2009 Man Booker Ödülü’nü kazanan yazar ise gelecek hafta yani 6 Ekim’de açıklanacak. Ödülü alan yazar, 50 bin poundun da sahibi olacak. Ayrıca listedeki altı yazarın her birine 2 bin 500 pound para ödülü verilecek…

Aday listesinde yer alan kitaplar ve yazarlar şöyle:

A S Byatt “The Children's Book”
J M Coetzee “Summertime”
Adam Foulds “The Quickening Maze”
Hilary Mantel “Wolf Hall”
Simon Mawer “The Glass Room”
Sarah Waters “The Little Stranger”

28 Eylül 2009 Pazartesi

Paranın merkezi Vatikan’ın gerçekleri…


Uzun zamandır “Detail Points” okuyucuları için bir “Vatikan” dosyası hazırlamayı düşünüyordum. Kitle iletişim araçlarından da takip ettiğimiz üzere Vatikan’la ilgili o kadar çok şey yazılıp çizildi ki bunlardan hangileri gerçek, hangileri yalan karıştırır olduk. “Vatikan, Mussolini ile anlaşarak servetin kapısını araladı mı?”, “Nazi altınlarıyla Vatikan arasındaki ilişkiler ne şekildeydi?”, “Savaş sonrası Kilise holdingleşti mi?”, “FBI ve Interpol’ün ortaya çıkardığı, 20. YY.’ın en büyük mali skandalı “Ambrosiani olayının arka planı nedir?”, “Papa I. John Paul’ün esrarengiz ölümünün ardındaki sırlar nedir?” ve “Uluslararası uyuşturucu trafiğinde Vatikan’ın rolü nedir?” gibi sorular her zaman merak konusudur. Benim de beynimde oluşan bilgi kirliliğini temizleyebilmek amacıyla geçen yıl Vatikan’ın yolunu tutmuştum. Venedik’ten 00.00’da kalkan Trenitalia’nın hakikaten döküntü diyebileceğim trenlerinden birine binerek, altı saat süren gece yolculuğu yapmıştım. Tren döküntüydü çünkü peronlardaki çoğu koltuk kırıktı, havalandırma çalışmıyordu, ışık yoktu, güvenlik sıfırdı ve tren çok pisti. Venedik’teki çöp sorununu zaten bir kenara not etmiştim.

Son sayımlara göre 60 bin nüfusa sahip olan Venedik’in yılda 20 milyon turist ağırladığını hesaba katarsak bu ciddi bir miktarda turizm geliri demek oluyor. Ayrıca Venedik İtalya’nın sadece bir şehri. Venedik gibi diğer şehirlere de yılda bir bu kadar turist geliyor. Ayrıca İtalya Avrupa’nın meyve, sebze ve şarap ihtiyacını karşılıyor. Ancak yine de elde edilen gelir halka yaramıyor ve şehirlerin genel görüntüsüne bir şekilde yansımıyor…


Sisli bir mayıs sabahı Roma’ya ayak bastığımda ilk iş ‘hostel’a yerleşmek olmuştu. Ardından Colosseum’un yolunu tutmuştum. Yine inanılmaz bir turist kalabalığı beni bekliyordu. İlk gün Roma’da tarihi mekânları turlayarak, şehri ve insanları yakından tanımaya çalışmıştım. İkinci gün ise soluğumu Vatikan’da almıştım. Michelangelo’nun Sistine Chapel’ine yaptığı freskleri bir an için görmek istiyordum. Ancak St. Peters Basilica’sından başlayan yolculuk, Sistine Chapel’inde sona erdiğinden adımlarımın birbirine dolandığını hissetmiştim; tabii ki sabırsızlıktan kaynaklanıyor bu durum. Bazilikanın uzun koridorlarında yer alan yüzyıllık resimler, heykeller ve freskler ziyaretçileri karşılıyor. Sistine Chapel’i ise uzun ama keyifli sanat yolculuğunda insana “beklediğim sıraya değdi” dedirtiyor.


Gelelim asıl meselemize; Vatikan’ın yapısına ve işleyiş sistemine… Hıristiyanlık dininin Katolik mezhebinin yönetim merkezi olan Vatikan, dünyanın en küçük bağımsız devletidir. Tüm güçlerin tek elde toplanması anlamına gelen ‘mutlak monarşi’ye dayalı bir yönetim biçiminin uygulandığı Vatikan’da devlet başkanı Papa'dır. Ayrıca Papa, Katolik mezhebinin ruhani lideridir. 1929'da İtalya ile Kilise arasında Patti Lateranensi antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla ülkenin resmi dininin Katolik dini olduğu ve Roma'nın kutsal bir şehir olduğu ilan edildi. Bu süreçten günümüze kadar yaşananları, FBI danışmanı olarak görev yaptığı yılların birikimiyle Poul L. Williams, “Vatikan Sırları” adlı kitabında okuyucuyla paylaşıyor: “1929’da Papa XI. Pius farelerin cirit attığı sarayında Vatikan’ın en temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bütçeden yoksundu. Ama Vatikan’ın kaderi yine aynı yıl faşist lider Benito Mussolini ile yaptığı anlaşmadan itibaren değişmeye başladı. Şimdi Vatikan’ın sahip olduğu mal varlığı tahmin edilemeyecek boyutlarda. Vatikan Bankası son zamanlarda milyarlarca dolarlık yolsuzluk, uluslararası skandallar, esrarengiz cinayetler, kara para aklama operasyonlarının kaynağı haline geldi. Vatikan Bankası’na yüzlerce dava açıldı. Yine de Vatikan hepsinden sıyrılmayı başardı”…


Yaşanan bu gelişmelerin ardından 1942 yılında kurulan ‘Dini İşler Enstitüsü’nün daha çok ‘Vatikan Bankası’ olarak çalışması söz konusu oldu. Vatikan yönetimi tarafından atanan CEO ve üst düzey yöneticiler, bankayla ilgili raporları kardinal komitesine sunmakla mükellef iken Vatikan Bankası’nın ismi 1980’lerin başında ortaya çıkan finansal skandalla anıldı. Vatikan Bankası’nın en büyük hissedarı olan Banco Ambrosiano’nun 3.5 milyar dolarlık çöküşü gözleri Vatikan yönetimine çevirmeye yetti. Dönemin kurum başkanı Paul Marcinkus, hakkındaki suçlamalara rağmen Vatikan’ın dokunulmazlık zırhına bürünerek, yargılanmamıştı. Banco Ambrosiano’nun Başkanı Roberto Calvi Londra’daki BlackFriars Köprüsü’nde 1982’de asılı şekilde bulunmuştu.

Tam da Williams’ın bahsetmeye çalıştığı olayların yukarıda da benzerlerinin yaşandığına şahit oluyoruz. Küresel finansal krizin ardından dünyanın en gizli finansal kurumları arasında gösterilen “Tanrı’nın Bankası” olarak bilinen “Vatikan Bankası”nın şimdi ise Papa 16. Benedict’in daha şeffaf bir yönetim ısrarıyla denetlenmesi ve revizyondan geçmesi bekleniyor. Ama sadece bu bir bekleyiş…

24 Eylül 2009 Perşembe

Bu ayakkabılar, kopmama yetti!


Geçtiğimiz hafta Brad Pitt İspanya'da düzenlenen Uluslararası San Sebastian Film Festivali’nde karşımıza çıktı. Hem de gayet ciddi siyah takım elbisesinin altına giydiği ilginç ayakkabılarıyla. İlginç çünkü ayakkabıların üzerinde Pitt’in isminin baş harfleri olan B ve P yazılıydı: Hem kocaman hem de sarı renkte. Ayrıca çok da itici… Pitt’in üzerinde sırıtan bu ayakkabıları görünce adeta koptum. Pitt’in ‘image maker’ı hakkında hayranlarının ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum ama benim asıl merak ettiğim konu, Angelina Jolie’nin ayakkabı seçiminde bir rol üstlenip üstlenmediği? Ancak şu bir gerçek ki bu ayakkabılarla Brad Pitt, Sebastian Film Festivali’ne damgasını vurdu!..

Brad Pitt

20 Eylül 2009 Pazar

Goya, 3 Mayıs’ta ne anlatmak istemiş?

Goya, 3 Mayıs 1808, Madrid. Tuval. 1814. Goya’nın Fransız işgaline karşı İspanyol direnişini belgelediği bu dramatik eseri, Wellington Fransız işgal güçlerini geri püskürttükten sonra yapılmıştır ve saray ressamlığının ilk dönemindeki tasasız ve neşeli üslubundan çok farklıdır. Goya’nın bu eseri Museo del Prado’da görülebilir.

Kendisine silah doğrultulmuş bir halkın surat ifadesi nasıl olurdu? Bir tarafta işgalciler, diğer tarafta ötekiler, alt tabaka yani halk… Bu iki uç mesafede işgalcilerin ördüğü duvar karşısında insanların yüz ifadeleri, bakışları ve direnişiyle İspanyol ressam Goya, ne anlatmak istiyordu 3 Mayıs’ta?

2-3 Mayıs 1808 olaylarını, Fransız istilası karşısında İspanyol halk direnişini, acımasız misilleme olarak gerçekleşen kitlesel idamları belgelemeye çalışan Goya, yerde kanlar içinde yatan insanların ölmeden önce verdikleri mücadeleyi ve cesurca karşı duruşlarını fırçasıyla günümüze taşımış. 3 Mayıs’ta işgalciler karşısında diz çökmesine rağmen askerlerden daha büyük resmedilen, kolları iki yana doğru açık İspanyol sivilin üzerindeki beyaz gömlek ve sarı pantolon da derin anlamlar taşıyor… Karanlık kısımda kalan güçler karşısında aydınlık kısımda kalan sivillerin doğruluğunu vurgulamaya çalışmış Goya. Fransızlar ve İspanyollar arasında patlak veren bu savaşın benzerleri, günümüzde de yaşanıyor. Goya, bu gidişe “dur” dercesine konuşturmuş fırçasını… Ancak ne çare; durmuyor, haksız işgaller karşısında masum insanlardan akan kan…

Kimdir Goya?


Francisco Goya y Lucientes (1746-1828) ressam olarak eğitimini doğduğu şehir olan İspanya’nın Zaragoza kentinde aldı. 1775’te Madrid’e yerleşmeden önce Roma’yı (1770-1771) ziyaret etti. 1786’da saray ressamı olarak atandıktan sonra kraliyet sarayları için duvar halısı kartonları tasarladı; Kral IV. Carlos ve kraliyet ailesi için birçok portre yaptı. Ancak 1792 yılında Goya’nın resimlerinde köklü değişimler baş gösterdi.

Goya’nın geçirdiği ciddi hastalıklar ve İspanyol toplumunun liberal reformcu unsurlarla ilişkileri, eserlerinde üslup, içerik ve yaklaşım açısından gelişen yeniliklere katkıda bulundu. 1794 yılında Akademi için akıl hastanesindeki hastaları ve bir diğer hastanedeki yaralı askerleri betimleyen bir dizi resim yaptı.

İleriki dönemlerde özel gravür dizilerinde kendi düş dünyasını yansıttı. Savaşın Felaketleri’nde (1810-1813) silahlı çatışmaların acımasızlığına ve yararsızlığına ilişkin kişisel dehşet duygularını görselleştirdi. Son çalışmaları evinin duvarları için yapılan Kara Resimlerdir. Goya’nın dinsel ve mitolojik sahnelere getirdiği yorumu içeren bu kasvetli, vahşi, bazen de acayip resimler, insanlığı aklın sınırlarının ötesindeki eylemlere sürükleyen içgüdüsel ve duygusal güçleri vurguluyor. Goya, 1792 yılında sağır olunca kendi iç dünyasına çekildi. Ölene kadar bu ıstıraplı sessizliğe mahkûm olarak yaşadı.
"Dünya Sanat Tarihi", Mary Hollingsworth, Çev: Rengin Küçükerdoğan, Banu Ergüder, İnkılâp Yayınevi, 2009.

19 Eylül 2009 Cumartesi

Olmuyor, olmuyor…

İETT güzel bir uygulamaya geçmiş… Otobüs duraklarının hemen kenarına yerleştirilen online bilgilendirme sistemiyle artık İstanbul yolcuları, otobüslerin duraklara geliş saatlerini dakikası dakikasına öğrenebiliyor (?). Geçen gün Yenikapı’ya giden otobüsten indiğimde karşı duraktan başka bir yere gitmek için bineceğim otobüs hızla geçmişti. “Kaçırdım şimdi otobüsü, acaba diğeri ne zaman gelecek?” diye düşünürken gözüm duraktaki ekrana takıldı.

Ekranda her hattın olmasa da belli başlı otobüslerin durağa geliş dakikası yazıyordu. Bunların içinde beklediğim otobüs de vardı. Ancak otobüs için 49 dakika beklemem gerektiğini görünce resmen şoke oldum. Mecbur beklemeye başladım ve diğer otobüslerin ekranda belirtilen sürede durağa gelip gelmemelerine dikkat ettim. İlk otobüs, doğru zamanlamada geldi ancak diğerleri belirtilen süreden ya daha önce ya da daha sonra durakta yerini aldı. Uygulama iyi hoş ama İstanbul duraklarında işlemeyince sadece görüntüde güzel kalıyor. Bir de aklıma gelmişken şunu belirtmek istiyorum: Dünyanın hangi yerinde bir insan, 49 dakika otobüs bekler; hakikaten bu da ayrı bir merak konusu…

Onu bunu bilmem; U-Bahn ve S-Bahn gibi yerden ve üstten giden trenlerin yaygın olduğu Almanya ve Avusturya’da bu sistem çok iyi işliyor. Saniye şaşmadan tam belirtilen dakikada duraklarda yerini alıyor trenler… Bu trenler arasındaki bekleme süresi ise beş dakikayı geçmiyor. Ayrıca belirttiğim ülkelerde ara sokaklara dahi tramvayla gidildiği için otobüs kullanımı bizdeki gibi yaygın değil. Otobüs ancak uzun mesafelerde tercih ediliyor. İETT’nin yeni uygulamasını sevdim fakat sistem işlemeyince: "Olmuyor, olmuyor"…

14 Eylül 2009 Pazartesi

Tercihim kırmızı eldiven

Her ne kadar eylül ayında olsak da şunun şurasında kışa ne kaldı. Koca bir yaz, göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Yavaş yavaş kışa hazırlık yapmaya başlayanlar, yeni sezon ürünlere mutlaka dikkat etmeliler. Bu yıl koyu renk uzun eldivenler moda. Eldivenler yün, deri, dantel ve süet olabilir; hiç fark etmez. Benim tercihim ise kırmızı parmaksız yün eldivenlerden yana. Kırmızıyı severim; parmaksız eldivenler de gayet kullanışlı oluyor. Ama spor takılanların biraz daha beklemesi gerek; zira birkaç ay sonra kayak eldivenleri, mağazalardaki yerlerini alacak…

13 Eylül 2009 Pazar

Leonardo da Vinci'den


Dünyada birbiriyle daima savaş halinde olan mahlûklar görülecek, iki tarafta da muazzam zayiatlar, ardı arkası kesilmeyen ölümler yaşanacak. Kinleri sınır tanımayacak; dünyanın uçsuz bucaksız ormanları onların kuvvetli uzuvları tarafından yerlere devrilecek; karınları tıka basa dolduğunda, iştahları bütün canlılara ölüm, ızdırap, meşakkat ve sürgün dağıtarak tatmin edecekler; hudutsuz kibirleriyle cennete yükselmeyi arzulayacaklar ama, uzuvlarının kantar çekmez ağırlığı onları yerde tutacak. Dünya yüzünde, yerin altında ve sularda ardına düşülmedik, altüst edilmedik yahut yağmalanmadık bir şey kalmayacak, bir memlekette olan başka memlekete taşınacak. Bedenleri de katlettikleri bütün canlıların mezarı ve taşıyıcısı olacak.
Ah dünya, neden açılıp atmıyorsun onları uçurumlarınla mağaralarının dipsiz yarıklarına, ki görülmesin cennetin yüzünde böyle bir canavar daha?

- Leonardo da Vinci’nin Defterleri’nden.

6 Eylül 2009 Pazar

Goethe Institut’den “Arşivden seçme filmler II & III”

Goethe Institut, geçen dönemlerde olduğu gibi arşivden filmler sunmaya devam ediyor. Yeni dönem programını yayınlayan Goethe Institut, 22 film örneğinde Alman sinemasının yüz yıllık tarihine bir bakış atmayı amaçlıyor. Bu dönem, Klaus Eder tarafından oluşturulan seçkiyle ilk sessiz filmler (Lubitsch), savaş öncesi (Sternberg) ve savaş sonrası (Käutner) filmler, 60’lı ve 70’li yılların yaratıcı filmleri (Kluge, Fassbinder) ve günümüzün yeni ve gerçekçi (Petzold, Dresen) sineması olmak üzere sinema tarihinin önemli devreleri izleyiciyle buluşuyor.

Bu ayki filmler arasında şunlar yer alıyor:

“Yıldızsız Gökyüzü“
11.09.09
Saat:
19.00
Yönetmen: Helmut Käutner
Oyuncular: Erik Schumann, Eva Kotthaus, Georg Thomalla, Horst Buchholz

1952/53 yıllarında fabrika işçisi Doğu Alman bir kadınla Batı Alman bir sınır polisi arasında geçen trajik bir aşk hikâyesi. Film soğuk savaş yıllarında Batı’da çevrilmiş olmasına rağmen hiçbir karesinde Batı’nın hizmetine girmediği gibi, bütün ideolojilerin ötesinde insanlığı arar.

“Köpenickli Yüzbaşı“
18.09.09

Saat: 19.00
Yönetmen: Helmut Käutner
Oyuncular: Heinz Rühmann, Martin Held, Hannelore Schroth, Ilse Fürstenberg

Wilhelm Voigt’in kabarık bir sabıka sicili vardır. Hapishanede ayakkabıcılık zanaatını öğrenir, askeriye ve özellikle de üniformalar üzerine kitaplar okur. Hapisten çıktığında ne işi, ne de resmi evrakları vardır; bir eskiciden bir yüzbaşı üniforması alır ve birkaç onbaşıyla birlikte küçük bir kent olan Köpenick’in belediye binasını işgal eder. Burada evraklarını düzenlemedikleri için devlet kasasını çalar ve ortadan yok olur. Köpenick’le ilgili bu hikâye gerçektir, 1906’da gerçekleşmiştir. Carl Zuckmayer bu konuyla ilgili bir tiyatro eseri yazar, Helmut Käutner de halk oyuncusu Heinz Rühmann’la oyunu filme çeker. Film yurtdışında da 50’li yılların en başarılı eğlence filmlerinden biri olur.

“Geçmişe Veda“
25.09.09
Saat:
19.00
Yönetmen: Alexander Kluge
Oyuncular: Alexandra Kluge, Günther Mack, Hans Brammer, Eva Maria Meineke

Yahudi Anita G., ‘öbür taraftan’dır. Elinde bir valizle, bilmediği bir ülkeyi keşfetmesine neden olacak yabancılarla tanışır. Bu ülke 1966 yılının Batı Almanyası’dır. Anita bir Doğu Alman olarak henüz yüzleşilmemiş bir tarihin simgesidir ve bu nedenle Batı Alman toplumuna başarılı bir biçimde uyum sağlayabilmek için gerekli koşullara sahip değildir. Her iki tarafa da uymayan özelliklerinin olması, onun suçu değildir. Yoluna çıkan engeller, günlük yaşamın grotesk anlarını derin bir algıyla aktaran belgesel kalitesinde sahnelerle aktarılır izleyiciye.

Goethe-Institut
Yeni Çarşı Cad. 32
Beyoğlu - İstanbul
Almanca, Türkçe altyazılı
Giriş ücretsizdir
www.goethe.de/istanbul

5 Eylül 2009 Cumartesi

Fener ve Balat’ın akıbeti


Elimizde kamerayla İstanbul'un kültür hazinesi Fener ve Balat’ın yokuşlu ve taşlı sokaklarında zamanında çekim yapmıştık; bölgenin eski ve yeni yaşamını sorgulamak amacıyla… Kameranın önüne atlayan kadınlar, çocuklar mı dersiniz, sokaktan bir yabancının geçtiğini sanki hisseden peçeli kadınların perde arkasındaki kaçamak bakışları mı dersiniz ya da sokak satıcılarının konuşkan tavırları mı dersiniz; Fener ve Balat’ı ilginç kılan özellikler... Bunlarla da bitmiyor bölgenin dikkat çekici yönleri: Cirit atıyor çocuklar, sokakların bir başından bir sonuna… Mutlaka bir dizi setine de rastlanılır, bu kültürel dokunun ortasında… Karşıdan karşıya makaralarla gerilen iplerden sarkan renk renk çamaşırlar, evlerin de rengârenkliğiyle birleşince yaratır ahengi… Bu anları dondurmak, fotoğraflamak ve saklamak ister insan… Bir de Fener Rum Lisesi’nin eteklerinden Altın Boynuz’a göz kırpmak ister…

Osmanlı zamanında Rum ve Musevilerin yoğun olarak yaşadıkları bu yerler, adeta bir azınlık bölgesiydi; Rum evleri, kiliseleri ve okullarıyla… Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Musevi ve Rumların azalmasıyla bölgeye Türkler yerleşmeye başladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede Haliç kıyısı boyunca sanayi kuruluşları ve atölyeler kuruldu. İş alanlarının genişlemesi ise Fener ve Balat’a olan göçün artmasına neden oldu. 1980’li yıllara gelindiğinde yoğun olarak yaşanan göç dalgası, Fener ve Balat’ın çehresini değiştirmeye yetmişti. Varoş kültürü olarak adlandırılan bir yaşamın hâkim olduğu bölgede gerçekleştirdiğimiz çalışmalar sırasında; Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), “Tarihi Yaşam Alanlarını Koruma” projesini yeni hayata geçiriyordu. Birçok yaşama ev sahipliği yapmış olan tarihi evlerin yıkılmasını önlemek amacıyla uygulamaya konulan bu projeyle Fener ve Balat’ın yeniden canlandırılması hedeflenmişti.


Çeşitli çevrelerin eleştirisini alan projenin her aşaması açıkçası merak konusu olmuştu. Ancak şunu söylemek isterim ki aradan geçen altı yıla rağmen eleştirileri haklı çıkarırcasına proje, istenilen aşamaya gelemedi. Dün Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haber de bu tespiti doğrular nitelikte: “Fener, Balat, Ayvansaray’da yaşayan bazı mülk sahipleri, kendilerine Fatih Belediye Başkanlığı tarafından geçen ay gönderilen tebligatla evlerinin bulunduğu bölgenin 2006 yılında “Yenileme Alanı” ilan edildiğini ve bu kapsamda yıkılarak otel, kültür merkezi, kafe, restoranlara dönüştürüleceğini öğrendiler. Yenileme projesinin 2007 yılında Çalık Grubu’na ihale edildiğini öne süren ve evlerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalan semt sakinleri, UNESCO’nun bölgede örnek proje olarak hibe kredi ile restore ettirdiği 13 evin bile proje kapsamında yıkılacak olmasına tepki gösteriyorlar”. Üç yıl önce alınan bu kararla “yenileme alanı”na giren yapıların yüzde 48’inin işlevinin değişecek olması ise akıllarda yine birçok soru işareti bırakıyor. Yıllardır bölge üzerinde dönen oyunların son dalgası olan bu çalışmaların Fener ve Balat’ın kültürel dokusunu bozmasına sessiz kalmayalım…

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails