25 Ekim 2010 Pazartesi

Seviyorsam


Nevi şahsına münhasır bir şairdir Özer Bal. Basittir, kısadır şiirleri ama bir o kadar da anlamlıdır. Eğer gerçeklerle yüzleşmekten korkan bir insansanız o anlamlar, adeta sizi peşinizden kovalar ve birden duvara çarpmış gibi olursunuz. Sonra anlamlar yoğunluğunu artırır ve anlam denizinde kaybolursunuz...
Üniversiteye gitme hayalleriyle lise sıralarını işgal ettiğim yıllarda hayatta düşünüşüyle, duruşuyla, her yönüyle örnek aldığım tek insan, edebiyat hocamın sayesinde kendisiyle tanışmıştım. O zamandan kalma benim detaylara takıntım; kelimelerin anlamlarını sorgulama, derinliğine inme, hissetme telaşım… “Ben seviyorsam sen bahanesin” demeyi o zaman öğrenmiştim.
Ve bugün aklıma geldi bu şiir işte. Daha çok okunsun, bilinsin istedim!

Seviyorsam

Nasılsa öyle yaşanacaktı
Söylenecek bir bahane hep vardır
Ha bugün yalnız
Ha günün ötesi
Seni sevmek
Beni harcamak olmayacaktı.

Sana yüklediğim anlamları
Senmişsin gibi düşünme
Aldanırsın.
Sen o anlamlarda
Sadece bende varsın.

Ben seviyorsam
Sen bahanesin.

Özer Bal

17 Ekim 2010 Pazar

Seni unutmayacağız!

Konuşamıyor, sadece bir canlı, nefes alıp veriyor ve bakışlarıyla, varlığıyla hayatta aslında saflığı bizlere gösteriyor.
İşte insanoğlu o kadar cani ki zavallı aklıyla kendini üstün sanıp bir kediyi elini kolunu sallaya sallaya öldürebiliyor.
Bu hakkı kendisinde görüyor.
Bir de öyle lanet bir düzen var ki o cani sadece yaptığıyla kalıyor.
Hiçbir ceza almıyor.
Ama bir kediyi can çekiştire çekiştire öldüren caninin insanları katledebilecek bir yüreğe sahip olduğu unutuluyor.
Dileğim şudur ki o yürek ömür boyu can çekişsin.
Tüm insanlığın laneti üzerinde olsun!

26 Ağustos 2010 Perşembe

İstanbul Modern‘den sinema şenliği

"Lila Lila"dan bir kare

Macar Filmleri Haftası’nın ardından bir güzel haber de İstanbul Modern Sinema’dan geldi. Goethe-Institut İstanbul işbirliğiyle 23-30 Eylül tarihleri arasında İstanbul Modern Sinema, “Transit Hayatlar” başlığı altında, ilk gösterimi son bir yıl içinde gerçekleşen Alman filmlerinden bir seçki sunuyor. Şimdiden eylül ayını iki güzel etkinlikle dolu dolu geçireceğimiz anlaşılıyor. Program hakkında hemen bilgi vermek gerekirse öncelikli olarak şunu söylemekte fayda var. Program, izleyicinin karşısına ilk kez Berlin, Cannes, Venedik, Toronto, Sundance gibi festivallerde çıkan filmlerden oluşuyor. Açılışı ise “Goodbye Lenin!” ile yakından tanıdığımız Almanya’nın ünlü genç aktörü Daniel Brühl’ün başrolde oynadığı Alain Gsponer’in yönettiği “Lila Lila” filmi yapıyor.

Programda yer alan diğer filmler ise şunlar:

*Geçtiğimiz yıl “Bulutların Üstünde” ile başarı kazanan Andreas Dresen’in senaryosunu yazdığı “Votka ile Viski”.


*Psikolojik bir dram olan “Yerçekimi / Schwerkraft”.



* Thomas Arslan’ın gerilim yüklü cinayet filmi “Gölgede / Im Schatten”.


* Angela Schanelec’in yönettiği; Paris Orly Havalimanı’nın bekleme salonunda iki saat içinde gelişen olayların anlatıldığı aktarmalı hayatlar ve ilişkiler üzerine yenilikçi bir deneme olan “Orly”.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Macar filmleri İstanbul’da

Krisztina Goda’nın “Bukalemun" filminden

Malumunuz Macaristan’a özellikle de Budapeşte’ye büyük bir ilgi duymaktayım. Gezip gördüğüm yerler içerisinde beni en çok etkileyen, kültürüyle büyüleyen, sokaklarıyla içine çeken şehirlerin başında geliyor Budapeşte. Onun için bu şehrin bende her zaman yeri ayrı. Bugün de güzel bir haber aldım. Sıcağı sıcağına hemen sizlerle paylaşmak istedim. Türk Sinema Vakfı (TÜRSAV) tarafından gerçekleştirilen “İstanbul/Pecs/Essen-Ruhr Sinemasal Buluşma - 2010” projesi kapsamında 10 ve 16 Eylül tarihleri arasında Beyoğlu Sineması ve Kartal Sanat Tiyatrosu Kültür Merkezi’nde Macar Filmleri Haftası düzenleniyor. Çağdaş Macar sinemasının ustalarıyla 2000’li yıllara damgasını vuran genç kuşak yönetmenlerin filmlerinden oluşan bir seçki, sinemaseverlerle buluşturulacak bir hafta boyunca. Ben hemen hangi uzun metraj filmlerin ve belgesellerin gösterileceğini söyleyeyim sizlere:

Uzun metraj filmler
Diana Groo’nun “Vespa”
Krisztina Goda’nın “Bukalemun / Chameleon”
Ferenc Török’ün “Doğu Şekeri / Eastern Sugar”
Csaba Bollok’un “Iska’nın Yolculuğu / Iska’s Journey”
Peter Gardos’un “Eşek Şakası / Prank”
Attila Gigor’un “İz Sürücü / The Investigator”
Bela Paczolay’in “Maceraperestler /Adventurers”
Csaba Bereczki’nin “Hayat Şarkısı / Song of Lives”

Belgesel kategorisi
Zsuzsa Böszörményi ve Kai Salminen’in “Son Otobüs Durağı / Last Bus Stop”
Emőke Konecsny’in “Gogo & George”
Sándor Mohi’nin “Dua / The Prayer”
Márton Szirmai’nin “Batan Köy / The Sinking Village”
Lívia Gyarmathy’nin “Küçük Balık… Büyük Balık… / Little Fish... Big Fish...” György Szomjas’ın “Doğu Rüzgarı: Bir Film / Eastern Wind: The Film”

Projenin ilerleyen safhalarını ise Ekim 2010’da Almanya’nın Essen kentinde düzenlenecek “Türk Filmleri Haftası” ve Kasım 2010’da İstanbul’da düzenlenecek “Alman Filmleri Haftası” oluşturacak. Ayağımıza gelen bu güzel etkinlik için hayatta kaçırılmaz diyoruz…

Detaylı bilgi için: www.sinemasalbulusma.org

22 Temmuz 2010 Perşembe

Üç bilinmeyenli kanlı bir denklem

Sibel Köklü ikinci kitabı “Geçmişe Kapanan Kapılar”da bir kadın gazetecinin gözünden arka sokaklardaki günümüz mafya ilişkilerinin yanı sıra Türkiye gerçeklerininin bilinmeyen yüzünü anlatıyor.

MİNE ÖZDEMİR
Gecesi gündüzü olmayan, sosyal hayatı her türlü yönüyle etkileyen fakat bir o kadar da keyifli bir meslektir gazetecilik. Kimilerine göre tutku, kimilerine göre alışkanlık, kimilerine göre de merak işidir. Ancak otuzlu yaşlarında, başarılı, hırslı ve cevval bir gazeteci olan Rüya Keskin için bu meslek, tam anlamıyla bir aşk işi denilebilir. Bundan dolayı Rüya, beklenmedik bir anda meydana gelen her haberin peşinden gözünü kırpmadan gidiyor, zorluklar karşısında direnç gösteriyor ve elde etmesi gereken bilgiler için tüm yolları deneyerek gerçek bir mücadele sergiliyor...

Rüya Keskin, aslında bir roman karakteri. Sibel Köklü'nün polisiye serisinin başkahramanı Rüya, “Geçmişe Kapanan Kapılar” adlı kitapta bu kez karmaşık mafya ilişkilerini çözmeye çalışırken çıkıyor karşımıza. Bu kez diyorum çünkü gazeteciliğe 1993 yılında Milliyet'te başlayan ve mesleğini serbest muhabir olarak sürdüren Sibel Köklü, 2007 yılında yayımlanan ilk kitabı “Yalan Dünya” ile başladı “Rüya Keskin Polisiye Serisi”ne. İçi boşaltılan bankaları, gizli servis elemanlarını, rüşvet yiyen polisleri ve bu olayları takip etmekle görevli bir kadın gazetecinin hikâyesini anlatarak, bir dönemin Türkiye’sine ayna tuttu Köklü. Şimdi de serinin devamı niteliğindeki “Geçmişe Kapanan Kapılar” adlı ikinci kitabında, Türk medyasında gördüğü aksaklıklardan mafya ilişkilerine kadar birçok konuya değiniyor. Kitapta bir taraftan kendi hayatından kesitlere de yer veren Köklü, gazetecilik tecrübesini Rüya Keskin karakteri üzerinden konuşturuyor.

Her şey 31 Aralık’ta başladı

İşe ilk önce Rüya Keskin’in bir güne nasıl başladığını ve evde geçirdiği zamanlarda neler yaptığını anlatmakla başlayan Köklü, okuru bir yılbaşı gecesinde peş peşe işlenen cinayetlerle örülü bir polisiye okumaya hazırlıyor. Böylece okur, eski sevgilisinden ayrıldıktan sonra geçirdiği sıkıntılı günleri, yeni beslemeye başladığı Derviş adlı kedisiyle unutmaya çalışan Rüya’nın iç dünyasına yol alıyor. Başına geleceklerden habersiz bir şekilde 31 Aralık sabahına uyanan Rüya’nın gazetenin yılbaşı partisine katılmayı düşünürken çalıştığı servise gider gitmez takip edeceği haberleri öğrenmesiyle planlarında değişiklikler oluyor.

Güne hızlı başlayan Rüya, öncelikli olarak kalp krizi geçiren tanınmış bir ismin sağlık durumu hakkında bilgi almak, ardından da İstanbul’a gelecek olan başbakanı takip etmekle görevlendiriliyor. İşte asıl hikâyenin kilit ismi de bu noktada ortaya çıkıyor. Bir an evvel ilk gelişmeyi takip etmek için hastanenin yolunu tutan kahramanımız, haber şefinin doktor arkadaşı Volga’dan hastanın son durumunu öğrenirken, hastanede gözüne çarpan ünlü mafya babasının neden burada olduğunu sormayı da ihmal etmiyor.

Silahlar konuşuyor

Kitabın ilerleyen sayfalarında yılbaşı gecesinde Gültepe’deki bir kahvehanenin taranması ve üç kişinin hayatını kaybetmesiyle tekrar görevlendirilen Rüya’yı sanıldığından çok daha karmaşık, hatta üç bilinmeyenli kanlı bir denklem bekliyor. Zira problemin içerisinde önemli işadamları, küçük çeteler ve Türkiye’nin en ünlü mafya babası yer alıyor. İşadamı Mehmet Tanıl Küçük’ün 200 milyon dolarlık bir arazinin ihalesini almak için iktidar partisine yakın olan birkaç isimden yardım alması, olayın kör düğümlerinden birini oluşturuyor.

İhaleyi kazandıktan sonra kendisinden yüklü meblağlarda para isteyen bu kişilerden kurtulmak amacıyla Ayvaz adında bir mafya adamından yardım istiyor Küçük. Diğer taraftan adamlar da memleketin en ünlü mafya babasını buluyor. Neticede olayın açığa çıkmasını istemeyen iki taraf, sadece silahlarını konuşturarak birbirlerinden intikam alıyorlar. Erkek egemen ilişkiler ağında doğru haber kaynaklarından bilgi alan Rüya, problemi çözmekte hiç zorlanmıyor. Tüm karmaşanın içinde doktor Volga ile en az mafya ilişkileri kadar karmaşık bir ilişki yaşayan Rüya’nın bu durumda nasıl bir tutum takındığı da tam bir merak konusu. Rüya Keskin üzerinden kadın gazetecilerin sorunlarının dile getirildiği bu kitap, çözüme kavuşturulmuş cinayetlerden oluşan tam bir polisiye roman.

17 Haziran 2010 Perşembe

Köpek deyip geçmeyin


Sam Stall, “Uygarlığı Değiştiren 100 Köpek” adlı kitabında, tarihin akışını değiştirenlerden tıp literatürüne geçenlere kadar birbirinden ilginç köpeklerin hikâyelerini anlatıyor.

MİNE ÖZDEMİR

İnsanoğlu için bir sırdaş, arkadaş, hatta daha da ileri gidersek ‘can dostu’dur köpekler. Kendilerine yöneltilen sevgiye görev aşkıyla bağlanan, bir tas yemek ya da sıcak bir köşe karşılığında yüksek sadakat gösteren bu canlılarla insanlar arasındaki bağ, on binlerce yıl önceye dayanıyor.
Fiziksel ve duygusal olarak insanların belirli ihtiyaçlarını karşılayan köpekler, varlıklarıyla da rol oynamıştır uygarlığın değişiminde... Ulusların ve imparatorlukların kaderini bile yetenekleriyle belirleyen bu canlıların sergiledikleri davranışlar, kimi zaman birçok kahramanı utandıracak boyuttadır. Köpeklerin zekâsına, cesaretine ve sevecen doğasına bir övgü niteliği taşıyan hikâyelerden oluşan “Uygarlığı Değiştiren 100 Köpek” adlı kitap da bu durumu kanıtlıyor.

Ortak tarih

Can Yayınları’nın yalnızca edebiyat okurlarına değil, tüm kitapseverlere seslenen eserleri bir araya getirdiği “Kırkmerak” dizisinin üçüncü kitabı olan “Uygarlığı Değiştiren 100 Köpek”, köpeklerin ve insanların birbiriyle iç içe örülmüş ortak tarihi hakkında bilgiler sunuyor okura. Tam bir hayvan dostu olan ABD’li yazar Sam Stall’un korgi cinsi köpeği Cortney’ye hitaben kaleme aldığı kitap; 100 köpeğin bilim, doğa, tarih, sanat, edebiyat, devlet yönetimi, din ve insana mal edilmiş hemen hemen her alana yaptığı olağanüstü katkıları gözler önüne seriyor.
Kitabın ilk sayfalarında bilim dünyasında başarılı çalışmalara imza atmış kahraman köpeklerin öyküleri yer alıyor. Kokusundan kanseri anlayan George adlı köpeğin hikâyesi bunlardan biri. Amerikalı dermatolog Dr. Armand Cognetta’nın köpeklerin hastalıkları koklayarak ortaya çıkarması konusundaki araştırmaları olumlu sonuç verir ve belli eğitimlerden geçen George, yüzde 95 başarı oranına ulaşır. Böylece köpeklerin hassas burunları sayesinde hastalıklar daha kısa sürede teşhis edilir.

Kitapta Başkan Franklin D. Roosevelt’in ‘maskot köpeği’ Fala’nın hikayesi de dikkat çekici. Bugün ABD Başkanı Barack Obama’nın Bo adındaki köpeğiyle objektiflere poz vermesi gibi Roosevelt de Amerikan ulusunun hem Büyük Bunalım’dan hem de İkinci Dünya Savaşı’ndan geçtiği 15 yıllık başkanlık hizmeti süresince yardımcısı Fala’yı yanından hiç ayırmadı.
Bir başka ‘üst düzey’ köpek de Fransa cumhurbaşkanlığına aday olan Saucisse. Fransa’da 2002 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkan siyasi skandallarla başı dertte olan Jacques Chirac, her ne kadar oyların yüzde 82’sini almış olsa da seçimlerde küçük partilerin adayları arasında geniş bir seçim tecrübesine sahip olan Saucisse ile rekabeti elden bırakmaz. Burada verilmek istenilen mesajı ise Saucisse’in sahibi Serge Scotto söylüyor: “Saucisse, politikacıları uyarıyor: Eğer biraz gayret göstermezseniz, köpeği seçeriz”.

Esin kaynağı

Kitabın “Popüler Kültür” bölümünde “Yuvaya Dönüş” filminde sevdiği çocuğa kavuşabilmek için İskoçya’yı turlayan koli cinsi köpeğin hikâyesiyle benzerlik gösteren Bobbie’nin öyküsüyle tanışıyoruz. Ailesinin yanına gidebilmek için ABD’nin doğusundan batısına kadar altı ay süren yolculuğunda kurt gibi aç ve yere yıkılacak kadar yorgun bir halde 4 bin kilometre yol kat eden Bobbie’nin bu özellikleri medyanın sevgilisi olmasına yetmişti.
John Steinbeck’e esin kaynağı olan Charley, Rus yazar Fyodor Dostoyevski’yi hapishanede dost edinen Şarik, Paul McCartney’in Beatles’ın “White” adlı albümündeki “Martha My Dear” adlı şarkısına esin kaynağı olan çoban köpeği Martha’nın hikâyelerinin de yer aldığı kitapta, Richard Wagner’e operalarını bestelerken yardım eden Peps ile Fips’i gibi daha birçok köpeğin sahibiyle olan ilişkilerini okumak mümkün. Sergiledikleri yüzlerce örnek davranışla insanlığa ders veren bu sessiz kahramanların ses getiren öykülerini merak edenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap “Uygarlığı Değiştiren 100 Köpek”.

Milliyet Kitap'tan

18 Nisan 2010 Pazar

Hayatta neleri es geçiyoruz?

Elizabeth Strout imzalı “Kül Mevsimi”nin başkahramanı Olive Kitteridge, geçmişin yakıcı acılarının bıraktığı küllerle hesaplaşırken neleri heba ettiğini anlıyor.

MİNE ÖZDEMİR

Yaşamı boyunca her işini kendisi gören, tüm çelişkili ruh hallerini ve davranışları üzerinde bulunduran bir kadın, kimi zaman sinirli tavırlarıyla katlanılmaz ve karşı konulmaz bir eş ya da anne, kimi zaman da gerçek bir dost... Bir insanda buluşması zor olan bütün bu özellikler, Olive Kitteridge’de toplanıyor. Alışılmadık bir kadın portresi çizen ABD’li yazar Elizabeth Strout, son romanı “Kül Mevsimi”nde okura bütün kusurlarına rağmen tüm insancıl yönlerini ön plana çıkardığı Olive Kitteridge’ın yürek burkan hikâyesini anlatıyor.
1998 yılında “Amy and Isabelle”, 2006’da “Abide with Me” kitaplarının ardından 2008 yılında “Olive Kitteridge/ Kül Mevsimi”ni yayımlayan Strout, 2009 yılında bu romanıyla kurgu dalında Pulitzer Ödülü’nün sahibi oldu. Çocukluğunun geçtiği New England’ın küçük bir sahil kasabasında hikâyelerini kurgulayan yazar, Olive’in ekseninde dönen 13 öyküde farklı hayatlara dokunuyor: Düşünceli, nazik, iyiliksever ve sadık bir eş; 30 yıl boyunca matematik öğretmenliği yapıp emekli olmuş Olive’in aşırı ilgisinden bunalmış bir oğul; ailesinden kaçan eski bir öğrenci; zor günlerinde yanında olan bir sevgili... Olive’in “Şişedeki Gemi” ve “Suçlu” hikâyelerinde olduğu gibi beklenmedik bir şekilde sahneye çıkması ise kitabın sürükleyici bir hal almasında önemli bir ayrıntıyı oluşturuyor.


Hayal kırıklıkları

Romanın ana kahramanı Olive Kitteridge’ın eczacı eşi Henry ile birlikte huzursuz, mutsuz ve sıkıcı bir evliliği var. Olive, içinde bulunduğu bu durumdan tüm benliğini, hayattaki tek varlığı olan oğlu Christopher’a adayarak kurtulmaya çalışıyor.
Ancak kitabın ilerleyen bölümlerinde ilk evliliğini yapar yapmaz, Kaliforniya’ya taşınmaya karar veren Christopher’ın ilgisiz tavırları karşısında deliye dönen Olive’in kontrol dışı davranışlarıyla Henry ile olan ilişkisinin de içinden çıkılmaz bir boyut aldığını görüyoruz.
Bu gelişmelerin ardından zaman yolculuğunda ileri geri sıçramalarla hareket kazanan romanda, Christopher’ın ikinci evliliğinde kendisine yönelik tavrının değişeceğini umut eden Olive’in tüm çabalarına rağmen hayatının planladığı gibi yolunda gitmediğine tanık oluyoruz.
Birbiri ardına gelen ağır darbeler altında yaşama mücadelesi veren Olive, günün birinde Henry’nin felç geçirmesi ve kısa süre sonra ölmesiyle daha da yalnızlaşıyor. Olive’i bu zor günlerinde oğlunun arayıp sormaması ise kahrediyor. Böyle zamanlarda evinin yan odasına çekilip, transistörlü radyosunu kulağına dayayan Olive, tüm sorunlarından ancak bu şekilde uzaklaşmaya çalışıyor.

Heba edilen sevgiler

Kitabın “Nehir” başlıklı son bölümünde art arda geçip giden mevsimler sonrasında yapılan hataların geri dönüşü olmadığını anlayan Olive’i, hayat bir kez daha şaşırtıyor. Yalnızlıktan bunalan Olive, uzun boylu, koca göbekli, kibirli, New Jersey’de yaşamış ve Harvard bitirmiş Jack Kennison’la beraber olmaya başlıyor.
Kitabın ilerleyen sayfalarında ise, Henry’yi Jack’i sevdiği gibi sevmemiş olmasına üzülen Olive’in, geçmişin yakıcı acılarının bıraktığı küllerle hesaplaşırken neleri heba ettiğini anlıyoruz: “Eğer sevgi varsa, eğer biri onu seçmişse, ya da seçmemişse... Ve eğer onun servis tabağı Henry’nin iyiliği ile doluysa ve o bunu sıkıntı verici bulmuşsa, bir kerede ezip onu unufak etmişse, bunun nedeni Olive’in insanın bilmesi gereken bir şeyi bilmiyor olmasıydı: Sevgiyi gün be gün bilmeden heba ettiğimizi”.
Sıradan olayların sıkı düğümlerle örüldüğü “Kül Mevsimi”; beklentilere takılı kalarak, hayata dair neleri es geçtiğimizi gözler önüne seren bir roman.

Milliyet Kitap'tan

17 Mart 2010 Çarşamba

Marilyn Monroe neden öldü?

“Marilyn’i Kurtarmak”, 1960’ların Hollywood’u ile psikanalizin ilişkisini anlatırken Marilyn Monroe’nun fotoğraflardaki hüznü hakkında da ipucu veriyor.

MİNE ÖZDEMİR

Mavi renkli örtüyle kaplanmış bir yatakta yüzü çarşafa dönük bir şekilde ve sağ elinde telefon ahizesi, Los Angeles’taki evinde ölü bulundu Marilyn Monroe. Tarih, 5 Ağustos 1962... Bugün hala 20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızı, seks tanrıçası ve pop ikonunun ölümünün ardındaki sır perdesi aralanmadı.
Monroe’nun ölümü kayıtlara ‘aşırı dozda uyku hapından kaynaklanan muhtemel intihar’ olarak geçse de; ölüm sebebi üzerine pek çok spekülasyon yapıldı, komplo teorileri oluşturuldu. Peki gerçekten Marilyn, ölüme giden yolu kendisi mi seçmişti; yahut onu bu yola hayatında derin izler bırakan kişi ya da kişiler mi itmişti? Onu, Marilyn Monroe olma zorunluluğu mu öldürmüştü; yoksa kullandığı ilaçlar ya da bitmek bilmeyen psikanaliz seansları mı?
İşte tam da bu noktada Michel Schneider’ın “Marilyn’i Kurtarmak” adlı kitabı, tüm bu sorulara cevap araması ve psikanalizle sinema arasındaki ayrılmaz bağları sorgulaması açısından ilginç...

Ölümcül bir çekim

Schneider’a 2006 Interallie Ödülü’nü kazandıran romanın olay örgüsünü, Marilyn Monroe ile son psikanalisti Ralph Greenson arasında 1960 Ocak’ından 4 Ağustos 1962’ye dek yaşanan ve Freudcu psikanaliz yöntemin sınırlarını aşan ilişki oluşturuyor.
Beyazperdede rol yapabilmesi, sevebilmesi ve ölmemesi için Hollywood psikanalisti Greenson’a ihtiyaç duyan Marilyn, ölüme giden yolu ve bu yolda ona eşlik eden kişiyi kendisi seçmişti. Tüm dünyanın beraber olmak istediği yıldızın özellikle son yıllarında Greenson yanındaydı. Seanslarda sadece konuşmayı tercih eden psikanalist, Marilyn’in yalnız kaldığı zamanlarda kendisine bir şey yapmasından endişelendiği için ona bir aile ortamı sağlamaya çalışıyordu. Hatta kitapta Greenson’ın Marilyn’i sık sık karısı ve çocuklarıyla beraber yaşadığı kendi evine davet ettiğini de görüyoruz. Ama Marilyn’i içinden çıkarmaya çalıştığı o girdaba her gün bir adım daha yaklaştıran Greenson olmuştu. Marilyn’in büyüsüne kapılan psikanalist; bilmeden, ama şiddetle arzulayarak, ölümcül bir çekim oyununda bulmuştu kendisini.
Tarihte kimi zaman geriye dönerek, kimi zaman da sona çok yaklaşarak Marilyn’in kameralara yansımayan yaşantısının anlatıldığı kitapta, okur kendisini 1960 Los Angeles’ında, 1948 Viyana’sında ve 1955 New York’unda bulabiliyor. Kitapta Kennedy kardeşler, Anna Freud, Truman Capote, Clark Gable, Frank Sinatra, Arthur Miller’ın etrafında dönen, psikanaliz ve beyazperde, şefkat ve tutku arasında yaşanan ilişkiler yumağı da tek tek çözülüyor.


Kara vezirlere karşı

Roman; bir taraftan Hollywood ve psikanaliz ilişkisini anlatırken, diğer taraftan sarışın seks sembolünün fotoğraflardaki hüznünün nedenleri hakkında da ipucu veriyor. Aktris sonu başından belli olan satranç oyunlarında hep beyaz vezir olarak, siyah vezirlere karşı verdi mücadelesini. Belki de bu yüzden kendisi için ‘platin sarısı saçlı’ denilmesini istedi. Ama seçme şansı yoktu, kamera onu arzulamadığında dehşete kapılan, kendisine odaklandığında aklını kaçıran genç bir kadına dönüşüyordu. Tek çaresi düşlerindeki Marilyn’i beyazperdeye yansıtmaktı.
Öldüğünde 36 yaşında olan aktris, sinema hayatı boyunca hakkını vererek oynadı ‘sarışın, güzel ama aptal kadın’ rolünü... Ancak bunun ötesinde Marilyn’in içinde bambaşka bir kadın nefes alıyordu. Kameraların algılayamadığı, derinlemesine yansıtamadığı bu kadının kafasındaki sabit düşünceyi de kitaptaki sayfalarda okuyabiliyoruz: “Güçlü biri, karşılaştığı insanların yaşamlarını sonsuza dek değiştirecek, önemli ve gizemli bir figür olmak”. Marilyn’in amacına ulaştığını da kanıtlayan bir roman “Marilyn’i Kurtarmak”.

Milliyet Kitap'tan

Pilobolus'dan insan harfler!

Pilobolus Dans Tiyatrosu’nun üyeleri, vücutlarının tüm esnekliklerini kullanarak alfabede yer alan harfleri oluşturdular. Çocukların alfabeyi daha rahat öğrenebilmesi için hazırlanan "The Pilobolus Human Alphabet" kitabında yayınlanacak olan harfleri fotoğraf sanatçısı John Kane ile işbirliği içerisinde 6 dansçı, bedenleriyle tek tek yaptı. Daily Telegraph gazetesinde yer alan haberde 26 pozisyona giren sanatçıların bu çalışmasının dört gün sürdüğü vurgulanıyor. John Kane, en zor C ve R harflerini fotoğrafladığını söylüyor ve harflerin hiçbirinde Photoshop kullanmadığını özellikle belirtiyor. Ben de bu harfleri kullanarak aşağıdaki yazımla da bağlantılı bir şekilde şunları demek istedim:



Yasak, kardeşim yasak!

Hepimizin bildiği üzere Türkiye'de çok uzun zamandır bir “Youtube” yasağı var. Türkiye'de interneti zapturapt altına almak düşüncesiyle, adeta yangından mal kaçırırcasına 5651 No'lu yasa hazırlanmıştı. Yasa, Bilişim STK'larının tüm itirazlarına rağmen seçim öncesinde, hızlıca Meclis'ten geçirildi. İki yıldır uygulanan yasa, çocukları korumanın yanında müstehcenlik, kumar, bahis gibi bir kaç suçu içinde barındırdığına dair yeterli şüphe sebebi bulunan yayınların erişiminin engellenmesini ön görüyor. Son anda Atatürk ile ilişkin suçlar da buraya eklendi. Bilindiği gibi "Youtube" 05.05.2008 tarihinde sakıncalı bulunan 10 video nedeniyle 5651 No'lu yasa yoluyla tedbir olarak kapatıldı. Söz konusu videoların bazıları “Youtube” tarafından tamamen kaldırıldı. Bazılarının ise sadece Türkiye'de erişimi yasaklandı. Bu şu demek oluyor: Yasaklama olmasa bile Türkiye'ye ait bir IP'den bu videoları görmek mümkün değil.

Şu zamana kadar tam olarak ne kadar web sitesinin yasaklandığını kimse bilemiyor ama İnternet Teknolojileri Derneği'ne göre 6 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu nedenle her geçen gün bizim bilmediğimiz ancak Google'da arama yaparken gözümüzün önüne "Bu site mahkeme kararıyla kapatılmıştır" ibaresi gelebiliyor. Artık bu duruma şaşırmamak lazım!

Şöyle bir baktığımız zaman “Youtube”dan başka “wordpress.com”, “geocities.com”, “richarddawkins.net”, “sites.google.com”, “myspace.com”, “last.fm” gibi sitelerin pek çok kez kapandığına şahit oluyoruz. Şu dönemde bazıları açık, bazıları da ilelebet kapalı görünüyor bu sitelerin. Evet, DNS ayarları değiştirilerek yasaklı sitelere erişilebiliyor ama bu durum yasakların hala uygulandığı gerçeğini değiştirmiyor. İnternet yasakları, birkaç kitap yüzünden bir kütüphaneyi kapatmak, bir program nedeniyle bir televizyon kanalının bir gün boyunca yayınını durdurmak kadar adaletsiz ve kamu yararına aykırı bir durum.

Şu günlerde yurtdışındaki ve yurtiçindeki yayın organlarında AİHM'nin verdiği toplam 12 bin 198 hak ihlali kararının 2 bin 295’inin Türkiye’ye ait olduğuna dair haberler dikkat çekiyor. Rapora göre, Türkiye “Adil yargılanma hakkı”nın ihlali konusunda ilk sırada yer alıyor. 2010 Ocak ayı itibariyle mahkemenin önünde bulunan 119 bin 300 dosyanın, 13 bin 100 adedini Türkiye aleyhine yapılan başvurular oluşturuyor. Buna göre mahkemenin baktığı her 9 davadan biri Türkiye ile ilgili. İfade özgürlüğü de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin önemli maddelerinden biri ve üzülerek belirtiyorum ki; Türkiye bu maddeden de oldukça mahkûm oldu. AİHM, ifade özgürlüğünün devletin veya halkın bir bölümünü inciten, şoke eden, rahatsız eden haberler ve düşünceler için de uygulandığını belirtmiş.

Yine mahkeme, internetin büyük miktarda bilginin saklanmasını, sunulmasını, yayılmasını ve halkın bu bilgi ve haberlere erişiminde önemli rol oynadığını kabul ediyor. Velhasılıkelam 21. yüzyıl dünyasında milyonlarca insanın ifade özgürlüğünü hiçe sayarcasına bu tür uygulamaları faaliyete geçiren, yasakçı zihniyeti kınıyorum. Bir an önce yasakların önüne geçilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılmasını umutla bekliyorum!..

18 Şubat 2010 Perşembe

İntikam soğuk yenen bir yemektir


John Grisham, “Sakin Cennet”te aynı mekânda geçen ancak birbirlerinden bağımsız öykülere yer vererek, okuyucuyu Mississippi topraklarında zamansız bir yolculuğa çıkarıyor.

MİNE ÖZDEMİR

Yaşadığınız kentte, bölgede ya da mahallede sizinle aynı havayı soluyan, aynı yollarda yürüyen veya aynı marketten alışveriş yapan insanların her şeyden bağımsız kendi dünyalarında neler yaşadıklarını bir düşünün. Parçaları her tarafa yayılan yapbozu tamamlarken karşınızda ölümü an be an damarlarında hisseden bir mahkûmun, işsiz bir gencin, iflah olmaz bir kumarbazın yaşam mücadelesini de görebilirsiniz; davaları kazanmak için her şeyi göze alan bir avukatın, gece vardiyasında birtakım işler karıştıran hastabakıcının veya yıllar sonra doğduğu topraklara geri dönen bir AIDS hastasının iç dünyasına da yol alabilirsiniz. Sağlam temellere oturtulmuş olay örgüsüyle bir taraftan düşünce sınırlarını zorlayan bir taraftan da tüm gerçekliğiyle hayatın içinden insanların dünyalarına kapı aralayan “Sakin Cennet”, yoğun bir anlatım tekniğiyle kaleme alınmış öykü içinde öykülerle okurun elinden düşüremeyeceği bir kitap.

Ölümle sonlanan öyküler

Eski bir hukukçu olan Amerikalı yazar John Grisham, yedi kısa öyküyü bir araya getirdiği “Sakin Cennet”te ABD’nin Mississippi eyaletindeki Ford bölgesinde meydana gelen olaylara ve birbirlerinden habersiz insanların yaşamlarına büyüteç tutuyor. “The Firm” (Şirket) ve “The Client” (Müşteri) gibi romanları beyazperdeye uyarlanan yazar, okuru 1989 yılında yayımlanan ilk romanı “A Time to Kill”in (Öldürme Zamanı) geçtiği yere geri götürüyor. Romanlarında genellikle çokuluslu şirketlerin kendi içlerindeki hesaplaşmalarına, büyük ölçekli ve ses getiren kamu davalarına, hukuk ve siyaset dünyasına yer ayıran yazarın bu kitapta yine odaklandığı konulardan uzak durmadığı dikkat çekiyor.

Toplumsal ve psikolojik sorunlara göndermeler yaparak, hikâyelerinin birçoğunu ölümlerle sonlandıran Grisham, özellikle “Raymond’un Sonu” ve “Tuhaf Oğul”da okuru “Ben onların yerinde olsaydım ne yapardım?” sorusunun cevabını bulmaya yöneltiyor. Yazar, öykü kahramanları arasında gerçekleşen diyalogların ve detaylı betimlemelerin ağır bastığı hikayelerinde zaman kavramının uzağında yol alan karakterlerin dış dünyalarına da ayna tutuyor, kimi zaman hüzünlendiren kimi zaman da meraklandıran geniş bir yelpazede özgün örnekler veriyor.

Ertelenmiş hayatlar

“Sakin Cennet”te yer alan “Kan Bağışı” adlı ilk öyküde birçok toplumda sorun oluşturan bir yaraya parmak basan Grisham, bir inşaat iskelesinin çökmesiyle ağır yaralanan bir gencin içinde bulunduğu durumun yanı sıra, bu gence acil kan bağışında bulunmak için yola çıkan Fordlu üç delikanlının başından geçen olayları aktarıyor. Öyküleri okurken, 72 yaşında tekerlekli sandalyeye bağlı yaşayan, üç çocuk annesi Inez’in, en küçük oğlu Raymond’un işlediği suçlar nedeniyle idama mahkûm edilirken yaşadığı acılara da ortak oluyoruz.

“Eski Dosyalar” adlı öyküde başkalarının çözümsüz sorunlarıyla meşgul bir avukat olan Mack Stafford’un yürümeyen evliliğinden kurtulmak ve yeni bir hayata ‘merhaba’ diyebilmek için neleri göze alabildiğine kafa yorarken; bir yandan da kahramanın Filipinler’deki iş bağlantısını ilgiyle okuyoruz. Kitapta ayrıca başlarına gelen kötü olayları unutmayan, sorumlu kişilerden günün birinde öç almayı kendisine görev bilmiş öykü kahramanlarının psikolojik dünyaları da okura aktarılıyor. Her insanın bir gün toplumsal gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacağının vurgulandığı “Sakin Cennet”, okura ‘ertelenmiş hayatların pençesinde kalan bireylerin iç hesaplaşmalarla nereye kadar gidebileceklerini’ sorgulatan bir kitap.

Milliyet Kitap'tan

Hayat karnaval olsa!

Almanya'nın Köln kentinde başlayan karnavaldan birkaç kareye Detail Points'te yer vermek istedim.

İtalyanca “ete veda” anlamına gelen ‘Carne Vale’den oluşan kelimeye her ne kadar dini manalar yüklense de "karnaval" tarihten günümüze farklı biçimlerde çıkmış ortaya...

13. yüzyılda karnaval kutlamalarında müzik ve dansın yanında çeşitli yarışmalar ve eğlenceler de düzenlenirmiş. 14. yüzyılın sonlarına kadar karnaval, insanların doyasıya eğlendiği bir etkinlik olmuş.

Ortaçağ'da kilisenin tepkisini toplayan bu tür eğlenceler yasaklanmış. Ancak 15. ve 16. yüzyıllarda doruğa çıkan kutlamalar İkinci Dünya Savaşı’nın ardından daha da bir canlanmış.

Yılda bir kez maskelerin ardından günlük hayatla dalga geçen insanlar, böylece karnaval zamanı kurtulmuşlar bütün endişe, günlük dert ve sıkıntılarından...

Hani Türkiye'deki siyasi ortama da bir bakarsak: Erzurum'da savcı Osman Şanal tarafından sorgulanan Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner'in tutuklanması, AKP'nin soruşturmaya müdahale eden HSYK'ye tepki göstermesi, yargı bağımsızlığı tartışmaları, TEKEL işçilerinin kararlı direnişleri ve onlara destek olan sağlık emekçilerinin düzenledikleri eylemler... Bu liste daha çok uzar gider...

Hepsi de sinir bozmaya yeterli haberler. Acaba bu sıcak gündemin içinde tam anlamıyla özgün ve yerel motiflerden oluşan bir karnaval da Türkiye’de yapılsa; siyasi kişiler üzerinden yürütülen mizahi yaklaşımı bizimkiler kaldırabilir miydi?

Toplum olarak siyasi ve toplumsal sorunlarla boğuşurken gülmeyi, neşelenmeyi, eğlenmeyi unutmuyor muyuz çoğu zaman? Ya da eğleniyorsak bir suç işliyormuşuz gibi psikolojik baskı oluşmuyor mu üzerimizde? Neyse bu sorunların ötesinde umarım bu kareler, birazcık renk katar hayatımıza…







22 Ocak 2010 Cuma

İnsanın geçiciliğine adanmış öyküler


Kerem Işık, “Aslında Cennet de Yok”ta hayatın rutin koşuşturmacasında göze çarpmayan ayrıntıları sıradan görüntüsünden çıkararak, incelikli bir dille okuyucuya sunuyor.

MİNE ÖZDEMİR

Kimi zaman kalabalıkların ortasında kimi zaman da dört duvar arasında yalnızlığınızla baş başa kaldığınızda ayrıntılara takılıp iç sesinizle yüzleşir misiniz hiç? Ya da iç sesinizle yüzleşirken kendi kendinizle konuştuğunuzun farkına varır mısınız? Okuyucunun bu farkındalığa varması amacıyla kaleme alınan 18 öyküden oluşan “Aslında Cennet de Yok”ta günlük hayatın sıradanlığında insanoğlunun kendi iç sesiyle yaşadığı hesaplaşmalar, abartılı söz oyunlarına başvurulmadan sade bir dille okuyucuya aktarılıyor.

Öyküleri kitap-lık, Özgür Edebiyat, Notos Öykü, Eşik Cini gibi çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanan ve serbest çevirmenlik yapan Kerem Işık, ilk öykü kitabında odaklandığı konuyu ve meselesini kimi zaman çok kimlikli bir parçalılıkla, kimi zaman da sıradan insana yönelen bir sesin dikkatiyle ele alıyor.

Yazar, duygulu ve düşünceli karakterlerin naif ses perdesinde kalarak, deli dolu öfkesini farklı mekânlarda, zamanlarda geçen öykülerinde dile getiriyor. Popüler kültürle birlikte şekil alan hayatlarda modern insanın geçmiş ve gelecek arasında takılı kalarak içinde bulunduğu anı, dolu dolu yaşayamamasını da eleştiren Kerem Işık, özellikle “Bu Bir Oyun Bir Oyun mu Bu” ve “Delilik Bu” öykülerinde günümüzün komşuluk ilişkilerine değiniyor. İnsanın geçiciliğini kavramış bir dünya görüşüyle kurgulanan kitapta, hiç durmadan nereye gitmesi gerektiğini düşünüp de hiçbir yere gidemeyen öykü kahramanlarının sorunları dikkat çekiyor.

Yalnızlığın esir aldığı hayatlar

“Aslında Cennet de Yok”ta okuyucu, içsel bir itki sonucu katıldığı felsefe seminerinden sıkıldığı için kendisini klozetin üzerinde olur olmaz ayrıntılara takılı bir halde düşünürken bulan, bir taraftan barda içkisini yudumlarken diğer taraftan geçmişini sorgulayan, etrafından geçen insanların da düşüncelerini okumaya çalışan ve her sabah otobüse binerken aynı suratları görmek zorunda kalan öykü kahramanlarının iç dünyasına misafir oluyor.

“Geçip Giden Tüm Gülüşlerde” adlı öyküde işten, güçten, ödenmesi gereken faturalardan, yarım kalmış sevdalardan bunalan insanların gülmeye hasret kalmaları, “Tek Bir Fırça Darbesi”nde ise sırtlarında küçük bir çocuğun kırık hayallerini taşıyan insanların kayıp giden geçmişleriyle yüzleşmeleri anlatılıyor.

Kitap, kendi yalnızlıklarıyla yaşamaya alışmış insanların ruh âlemine kapı aralıyor: “Bir insanın bir diğerine yapabileceği en büyük iyilik ondan uzak durmaktır, diyorum kendi kendime. Hoşuma gidiyor. Gülümsüyorum. Oysa biliyorum; milyonlarca ve milyonlarca insanla çevriliyken bu asla mümkün değil. Biri olmasa öbürü oluyor. Gömleğini pantolonunun içine sokan adam olmasa oğlunu bekleyen yaşlı kadın oluyor. Bu hep böyle.”

Sessizliğe duyulan özlem

Öyküleri peşi sıra okurken, olaylara ön yargılarla yaklaşan insanların konuşurken birbirlerini dinlemediklerine, park ortasında kavga eden sevgililerin kırık kalplerine, yürümeyen evliliklerin arkasında kalan enkaza ve dar sokaklardaki evlerde hapsolmuş insanların düşünce âlemine şahit oluyoruz. Kitapta zamanın hızına yetişememiş öykü kahramanlarının pişmanlıkları ve umutsuzlukları da okuyucuya aktarılıyor. Herkesin kendisinden bir şeyler bulabileceği kitap, okuyucuyu zihinlerde istemsiz olarak dönüp dolaşan düşünce evrenine doğru bir yolculuğa çıkarıyor.

“Artık hiçbir yer sessiz değil!”

Kitaba adını veren “Aslında Cennet de Yok”ta gürültülü ortamlarda yaşamaya alışmış modern insanın her şeyi olağan karşılamasını ve hiçbir şeyden şikâyet etmemesini eleştiren Işık, dünyanın bizi şaşırtacak bir gizi kalmadığından da yakınıyor. Buzdolabı, klima, korna seslerinden ve kahkahalardan rahatsız olan öykü kahramanının iç sesiyle zıtlaşmalarına yer verilen bu öyküde sesliliğe duyulan özlem dile getiriliyor: “En derin sessizlik annemin karnında geçirdiğim dokuz ay boyunca beni sarıp sarmalayan sessizlik olsa gerek. Artık hiçbir yer sessiz değil.”
Milliyet Kitap

3 Ocak 2010 Pazar

Sabah, Akşam


1 Ocak Sabah: Yeni bir yılın ilk gününe yataktan hiç kalkmamak istercesine kısık bakan gözlerle uyandım. Açıkta kalan donmuş ayaklarımı ısıtabilmek için gardıroptan bir çift çorap aldım. Ve balkonlardan atılan bardaklar, içki şişeleri gözlerimin önüne geldi birden. Dün gece nasıl uyuduğumu dahi hatırlamıyorum. Gerçekten çok ilginç!

Akşam: Saat 20.00’de sokakta oynayan çocuk kalmadığından kedilerin hışır hışır sesler çıkararak, çöp poşetlerini karıştırmalarını izledim.

2 Ocak Sabah: Otobüse binerken ‘s’ harfini bastırarak ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyen yaşlı teyzenin kendisine yer veren delikanlıya yol boyunca anlattığı hikâyelere kulak kabarttım. Anladığım kadarıyla teyzeyi uzunca bir süre kimse dinlememiş.

Akşam: Anahtarımı evde unuttuğum için kapıda kaldım. Kapıyı açacak hiç kimsem olmadığından çilingir çağırdım. Ve nihayetinde yorucu bir günün ardından eve ayak basabildim.

3 Ocak Sabah: Rüyamda hızlı trenle Eskişehir’e doğru yol alırken kaza geçirdiğimi gördüm. Sol tarafımdan kalktım, başım fena halde ağrıyor. Sanırım işe geç kaldım.

Akşam: İş çıkışı İstiklal’de yürürken yıllardır görmediğim ortaokul arkadaşımla karşılaştım. Leylek’te saatlerce konuşup, eski günleri andık; okuldan kaçtığımız günleri, sıranın altına sakladığımız çekirdekleri öğretmene çaktırmadan çit çit çitlememizi, sıkıcı matematik derslerinde gerçekleştirdiğimiz koyu sohbetleri… Yıllar nasıl da hızlı geçiyor böyle.

4 Ocak Sabah: Apartman kapısını birisi açık unutmuş olacak ki sokaktan içeri bir yavru kedi girmiş. Bir kat yukarı çıkarak kapımın önüne gelen tekir kediyi görünce hemen içeri aldım. Sıcak bir evde, ilk kez bir insan evladının avuçları arasında sevilmenin vermiş olduğu keyif, yavrunun gözlerinden okunuyordu. Artık bir can yoldaşım var.

Akşam: Bütün gün bilgisayar karşısında vakit öldürdüm. Yazışmalar, toplantılar, tartışmalar, hesaplar, ayarlar… Çok yoruldum galiba.

5 Ocak Sabah: Büyük bir gaflette bulunup basküle çıktım. Beş kilo aldığımı görünce rejim yapmaya karar verdim.

Aksam: Almanya’nın Hamburg kentinde yapılan araştırmalarda birçok erkeğin Türkiye’den kadınlarla evlenerek, onları evlere hapsettikleri ve canları sıkıldığında dövdükleri bilgisine ulaşılmış. Bu nedenle şehirdeki kadın sığınma evlerinde en çok Türk kadınlar kalıyormuş. Bu habere uzunca bir süre takıldım. Canım sıkıldı. Sanki aynı durum benim ülkemde hiç yaşanmıyormuş gibi...

6 Ocak Sabah: Hava çok soğuk. Nefes alıp vermekte zorlanıyorum. Burnum akıyor ama yanımda kâğıt mendilim bile yok.

Akşam: Sola dönüş sinyalini yakan sürücünün sağa dönmesine gel de sinirlenme!

7 Ocak Sabah: Çiçeklerimin hepsini sevdim ve menekşelerime su verdim. Eminim çilli begonya da balkona güzel bir hava katacak.

Akşam: Alt komşum Ayla Abla, çat kapı geldi. O da benim gibi bekâr ama gece hayatını oldukça sever. Ben ise eve çok düşkünüm. Neyse neşe ve efkârla dolu saatlerce iki lafın belini kırdık.

8 Ocak Sabah: Sabah saat 05.00’te kalktım. Hiç huyum değil ama radyoyu açtım. Ocağa koyduğum sütü taşırdım. Can havliyle ateşi söndüreyim derken bardağı kırdım. Daha önce sakar olduğumu hiç söylemiş miydim?

Akşam: İşyerinden bir arkadaş, okuyacak tek bir kitabı olmayan Muşlu öğrencilere ulaştırmak üzere bir kitap kampanyası düzenliyor. Yıllardır kütüphanemde gözüm gibi sakladığım José Mauro De Vasconcelos'un “Şeker Portakalı”, Jostein Gaarder’ın “Sofi’nin Dünyası” ve Sait Faik Abasıyanık’ın “Alemdağ'da Var Bir Yılan” adlı kitaplarını yarın arkadaşıma vermek üzere bir kenara ayırdım.

9 Ocak Sabah: Bugün hava güneşli. Dışarısı soğuk ama güneş az da olsa soğuğu kırıyor. Ama yine de saçlarımı iyi kurutmalıyım. Bir taraftan haberleri de dinlemek istiyorum. İşe gitmeye az bir zaman kaldı. Giderayak televizyondaki haberde gördüğüm mecliste milletvekilleri arasında yaşanan ağız dalaşı moralimi bozmaya yetti. Söylene söylene evden dışarı çıktım.

Akşam: Başım ağrıyor. Eve gelir gelmez üzerimi değiştirip hemen uyudum.

10 Ocak Sabah: Dün güneşli olan hava bugün aksine kapalıydı. Belli ki kar yağmaya devam edecek. Boğazlı kazağımı geçirdim üzerime, kot pantolonumu ve uzun çizmelerimi giydim. Deri eldivenlerimi taktım. Atkımı da sıkıca boynuma doladım. İçi kürklü paltomun içinde kaybolarak, verdim kendimi soğuk havaya…

Akşam: Bu geceyi Ayla Abla’yla geçireceğim için patates kızartmasının yanına köfte yapayım dedim. Eve gitmeden önce Naim Efendi’ye uğradım. Yarım kilo kıyma çekerken, Anadolu özlemiyle yanıp kavrulan Naim Efendi, doğup büyüdüğü yerleri anlatıyordu bana. Uzun zaman olmuştu kasaba gitmeyeli. Güler yüzlü insanlarla sohbet etmeyeli uzun zaman olmuş.

11 Ocak Sabah: Uykumdan aniden uyandım. Tazyikli bir su sesi beynimde uğulduyordu. Mutfağa gittim ve bir de ne göreyim? Evi su basmış. Dün yatmaya yakın sular kesilmişti. Yan komşu musluğunu açık unutmuş ne yazık ki ve komşunun kapısına vurmama rağmen kimse kapıyı açmadı. Vanayı çevirdim su kesilmiyor. Komşulardan yardım istedim ve en sonunda ana vanayı kapatmak zorunda kaldık. İşe gitmem gerekiyor.

Akşam: Eve geldiğimde vana yapılmıştı. Ancak mutfak batmış durumda beni bekliyordu. Hemen camları açıp evi havalandırdım. Ortalığı topla, o, bu, şu derken hiç halim kalmadı.

12 Ocak Sabah: Bugün cumartesi. Ve ben cumartesileri bir başka severim.

Akşam: İstanbul trafiğinde bisiklet turu yapmaya çalıştım. Parantez içinde çalıştım diyorum çünkü neredeyse 10 kaza atlattım diyebilirim. Bu kadar mı zor bu ülkede bisiklet kullanmak?

13 Ocak Sabah: Almanya’dan gelen arkadaşlarına İstanbul’u gezdiren dostumun “sen de bizimle gelsene” diye başlayan teklifini geri çevirmedim. Beşiktaş’tan saat 09.00’da kalkan vapura zar zor yetiştim. İstikamet, Anadolu Kavağı. Orada beni bekleyen arkadaşlarla önce Ceneviz Kalesi’ne çıktık sonra da bir güzel balık ziyafeti çektik.

Akşam: Eve çok geç geldim. Yarın yine iş. Bu kadar çabuk geçmek zorunda mı zaman?

14 Ocak Sabah: İstiklal’de yürürken ayakkabımın topuğu kırıldı. “Nasıl oldu?” demeyin sakın! Oluyor işte ben de anlamadım. Hemen bir mağazaya girip ayakkabı almaktan başka çıkar yolu yoktu ben de gereğini yaptım.

Akşam: Bir an önce yatağın içine girip uyumak istiyorum.

15 Ocak Sabah: Planlar, planlar, planlar… Her gün kesinlikle unutulmaması gereken yapılacakların listesini çıkaran bir insan olarak çok mu nevrotik ya da takıntılı biri olduğumu sorgulamadan edemiyorum. Aklımdan bin bir türlü şey geçiyor ve sonra ne düşünmüştüm ben şimdi diye kendi kendime sorular soruyorum. Normal bir durum mudur bu? Bunu sorgulamaktan da sıkıldım. Bir de yaptığım listede bana okuduğumda neşe katsın diye tumturaklı kelimeler kullanma endişelerimden fena halde sıkıldım. En iyisi bu listeyi düzenli bir şekilde büyük bir sabırla hazırlamak. Yoksa ben kafayı yiyeceğim. Bu da hiç iyi olmayacak. Neredeymiş benim renkli kalemlerim?

Akşam: Duvara diktim ayaklarımı, kan damarlarımdan geri geri gidiyor, hissediyorum derinlemesine... Soğuk duvar ve sıcak ayaklar temas halinde; bir ısı alışverişi. Topuklu ayakkabılar, ‘bu kadar mı’ bir insanın canını acıtır. Bende de hata; “Giyersen ince ve uzun topuklu ayakkabıları olacağı budur işte”. Ama gün geçtikçe ben bu ayakkabılara daha çok alışıyorum bu sefer de düz ayakkabı giyemiyorum. Ne olacak şimdi?



16 Ocak Sabah: Düzenli bir şekilde spor yapmaya karar verdim. Uykumdan daha erken kalkıyorum. Artık yarım saat sahile doğru her sabah koşuyorum. Gerçekten güne kanlı canlı başlamama yardımcı olan bu spor, bana çok iyi geliyor. Ağaran günün ilk saatlerinde yol boyunca uyuklayan kedilerin keyifli hallerine, esnafın telaşla dükkânlarının kepenklerini açmalarına, ilkokul öğrencilerinin boylarından büyük çantaları taşıyarak hızlı adımlarla okula gitmelerine bu gözler şahit olunca yaşamak ve nefes almak ne güzel şey diyorum.

Akşam: Allah kahretmesin! Sabah giydiğim ince çorap kaçmış. Ve bütün gün kaçık çorapla o yerden bu yere koşturdum. İnanamıyorum. En sinir olduğum şey, neden hep benim başıma gelir? Ve niye kimse çorabımın kaçtığını bana söylemez…

17 Ocak Sabah: Uykum kaçtı. Saat 03.00. yatağın bir ucundan bir ucuna döne döne uyumaya çalıştım ama cıkkk, mümkünü yok. Uyuyamıyorum! Bütün bunlar adaçayını uykudan önce içmemden kaynaklanıyor. Her defasında yorgunluğumu alsın diye içerken bu çayı, uykum kaçıyor.

Akşam: Dışarıda sağanak var; yanımda yine şemsiyem yok. Oysa dün hava yağışlı olacak diye baston şemsiye taşıyan ben, bugün üşendiğim için yanıma almadım canım şemsiyemi. Trafik kilit, taksiler insanlardan kaçıyor, sokaklarda in cin top oynuyor. Oflaya puflaya da olsa Akaretler’den Rumeli caddesine yürüyerek gitmek zorundayım ve maalesef.

18 Ocak Sabah: Zannedersem hastalanıyorum. Dünkü yağmur ve soğuk oldukça çarptı beni. Sıcacık suyla banyo da yapmak beni kendime getirmeye yetmedi. Twillight’taki Cullen ailesini bu kadar eleştirirken onlar gibi oldum. Betim benzim soldu. Gittikçe vampirleşiyor muyum ne?

Akşam: Şimdilik sabah ki solgun halimden daha iyi gibi görünüyorum. Evde kalıp dinlenmek, aldığım ilaçlar, buharı üzerinde içtiğim ıhlamurlar, dostlarımın ilgi ve alakası beni kendime getirdi nihayetinde. Yarın yine iş, yazışmalar, koşuşturmacalar, sinirlenmeler; tam bir kafa ütüleme sendromu. Kendimi kütüphaneye kapatıp saatlerce hiç çıkmamacasına kitap okumak istiyorum iyi mi? Kitap okuyup, uyuklamak, kitap okuyup, uyuklamak… Çok mu şey istiyorum hayattan?

19 Ocak Sabah: Bir insan bu kadar mı meraklı olur hayattaki her şeye karşı. Ne geldiyse başıma zaten bu meraktan geldi. Yazın tatilde bir yolunu bulup yamaç paraşütü yapmalıyım. Televizyonu açar açmaz karşımda yamaçtan atlayan sporcuyu görünce çok fena canım çekti.

Akşam: Arkadaşlarla pijama partisi yapmaya karar vermiştik. O gün işte bu gün oldu. Toplanma alanı tabii ki benim ev. Okey masasının başında gırla muhabbet, arada taş çalmalar ve sinir sinir ‘okey bende’ demeler… Neşe tavan yaptı sessizlikle arkadaş olmuş evimin her köşesinde.

20 Ocak Sabah: “Display all images”ın üzerine tıklasam da hiçbir şey görünmüyor sayfada. Dün akşam arkadaşlarla çektirdiğimiz fotoğrafları taşınabilir belleğime kaydedeceğim ama hiçbiri açılmıyor. Yine kafasına bir şey düştü herhalde benim bilgisayarın. Alet, çalışmamak için direniyor. Sonunda da bana kafayı yedirtecek o başka. Hıh! çalışır gibi oldu. Bizim cadılara işin yoksa gel de laf anlat.

Akşam: Yine çok yorgun hissediyorum kendimi. Çalışmak ruhuma aykırı diye ben boşuna söylemiyorum her defasında. Yazın da tatil yapmadım zaten. Kesinlikle bu yaz Büyülü Karya turuna çıkmalıyım. Bunları düşünmek, hayaller, planlar, düşünceler, Ne oldu bana?

21 Ocak Sabah: Koşmaya devam. Kronometrem iyi çalışıyor. Saniye saniyesine dikkat ederek devam ediyorum koşmalarına. Kilo vermek için değil; sağlıklı yaşamak için bütün bu çabam ama bakmayın tabii üç kilo da vermişim Vücudumda kas oranı arttı; oh ne ala.

Akşam: Bu akşam illaki arkadaşım bize gel diye üsteledi ama hiç halimin olmadığını söyledim. Dünden kalma bir yorgunluk yine çökmüş omuzlarıma ne yapsam gitmeyecek anlıyorum zamanla.


22 Ocak Sabah: Sıcak simit, çay ve krem peynir… Bir taraftan kahvaltı yapıp bir taraftan da gazeteleri okurken seri ilanlar gözüme ilişti. Tek tek inceledim hepsini de yurdum insanının alt tarafı telefonlara bakacak bir kişi için akla hayale sığmayan özellikler aradığını görünce sinir tepeme yuva yaptı.

Akşam: Aklımdayken kırtasiyeden karton, zarf, sim, yapıştırıcı ve el işi kâğıdı aldım. Kendimi ilkokuldaki gibi hissettim. Chicago’daki arkadaşıma elle yapılmış bir kartpostal göndermek istedim. Çok zamandır yazışamıyoruz; eminim bu sürprizim hoşuna gidecek.

23 Ocak Sabah: Sonunda yavru kediye bir ad bulabildim: Püskül. Gerçi gün geçtikçe yavruluktan çıkıyor. Püskül, bu sabah beni uykumdan uyandırmayı başardı. Tam saatinde mamasını vermediğim için patileriyle başıma dokunmalar, üzerimden atlamalar, çekmeceleri karıştırmalar gibi daha saymakla bitiremeyeceğim hallere girdi. Sonunda da amacına ulaştı.

Akşam: Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451” adlı kitabında olduğu gibi kitapları istemeyen, düşüncelere tahammül edemeyen ne çok insanımız var. Televizyonda haberleri izlemek istemiyorum bu gece. Yapacak başka şeyler bulsam iyi olacak.

24 Ocak Sabah: Tam otobüs durağına adım atacakken Beşiktaş otobüsü önümden “vınnn!” diye geçti. “Geçmiş olsun bana” diyerek durakta yerimi aldım. Yarım saat kuru soğukta beklemem yetmiyormuş gibi beklediğim otobüse bindikten beş dakika sonra otobüs kaza yaptı. Neyse ki kimseye bir şey olmadı. Başka bir otobüse binerek, yine güne geç başlamanın şerefine erdim bugün de.

Akşam: Nasıl hızlı geçiyor günler; inanın hiç anlamıyorum. Yeni bir yıla girdik ve 24 gün de üzerine yaşadık. Bugün işleri bir türlü yetiştiremediğim için evde çalışmak zorundayım. Üzerinde çalıştığım konu hakkında araştırmalarım hala devam ediyor. Sanırım çok geç yatacağım.

25 Ocak Sabah: Buzdolabının kapağını açtığımda yiyecek hiçbir şeyin olmadığını görmek bozdu yine sinirlerimi… Kahvaltıyı ofiste yapmaya karar verdim. Akşam markete gideceğimden uzun bir alışveriş listesi hazırladım. Yumurta ve yağ almayı kesinlikle unutmamalıyım.

Akşam: Kollarım ağrıdı poşetleri taşımaktan. Hepsini tek başıma taşırım zannetmiştim ama yanılmışım. Püskül için, ton balığı aldım. Bakalım ilk kez yiyeceği yeni mamasını beğenecek mi hanımefendi?

26 Ocak Sabah: Ocak ayında olsak da büyük bir ısrarla sabah koşmalarıma devam ediyorum. Deniz havası, martılar ve vapurlar… Eve dönerken gazetelerimi de aldım kolumun altına. Yarım saatimi haberlere ayırırsam, yarım saatte de giyinirsem herhalde işe yetişebilirim tam zamanında.

Akşam: Cumartesi günleri çalışmayı sevmiyorum ama bugün hızlı geçti. Gerçi hafta sonları çalışmıyorum ama arada katılmam gereken toplantılar oluyor. Bugün de o toplantılardan birinde yer almam gerekiyordu. İş çıkışında arkadaşlarla iyi vakit geçirebileceğimiz bir mekâna gittik.

27 Ocak Sabah: Telefonumun sesine uyandım sabah. Arayan çok sevdiğim arkadaşım Nejla’ydı. Günübirlik Ankara’ya gideceklerini söylemek ve benim de bu geziye katılıp katılamayacağımı sormak için aramış. Bir an duraklayıp düşündükten sonra “tamam cicim; geliyorum sizinle” dedim. Ve düştük yollara.

Akşam: Otobüsle gittik Ankara’ya. Birçoğu Ankara’da yaşayan üniversiteden tanıdığımız arkadaşlarımıza sürpriz yaptık. Şehri zaten hepimiz bildiğimiz için sık sık takıldığımız mekânlara gittik, koyu sohbetlerin yanı sıra birbirimizle özlem giderdik.



28 Ocak Sabah: Pazartesi sendromu diye buna derler; daha ofise gitmeden oflayıp, puflamaya başladım. Henüz rujumu sürmeden, ojelerimin kurumasını beklemeden kısacası kendimi hazır hissetmeden güne başlamayı sevmiyorum.

Akşam: Yeni yıla girer girmez kar yağmaya başlamıştı. Arada hava sıcaklığı yükselse de bugün yine dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Kaldırımın üzerine küçük bir kardan adam yapmadan eve gitmemeye kararlıydım. Havanın soğukluğuna aldırmadan ilk defa doğru düzgün bir kardan adam yapmayı başardım.

29 Ocak Sabah: Bu ara ne kadar çok hasta oluyorum. Boğazımda bir kuruluk, baş ağrısı ve üşüme. Yerimden kalkmaya hiç halim yok. Şapkasız dün soğuk havaya aldırmadan ısrarla dışarıda kaldığım için bütün bunlar geldi başıma: Çok fena üşüttüm.

Akşam: Ayla Abla’yı da korkuttum şimdi. Başına iş çıkardım kadının. Hasta olduğumu söyler söylemez hemen yanıma geldi. Yaptığı sıcak çorba ve verdiği ilaçların hiçbiri beni kendime getirmeye yetmedi.

30 Ocak Sabah: Bütün gece Ayla Abla başımda bekledi. Bendeki boğaz ağrısı da yerini öksürüğe bıraktı. Halsizlik ve üşümem de devam ediyor. En sonunda Ayla Abla doktoru çağırdı. Saatlerce beni muayene eden doktor giderken de uzun bir reçete yazdı.

Akşam: Doktorun yazdığı tüm ilaçları aldık. Hepsini günde iki defa yani sabah ve akşam almak gerekiyormuş. Öksürük şurubunu hiç sevmem. “Gerçekten içmek zorunda mıyım bu şurubu?” diye söylenerek, reçetede yazan tüm ilaçları zamanında aldım.

31 Ocak Sabah: Bugün biraz daha iyiyim. Galiba ilaçlar işe yaradı. Hastalığı tam olarak üzerimden atana kadar bu ilaçları kullanacakmışım. Ayla Abla da sabah akşam telefonla arayarak ilaçları alma saatimi bana hatırlatıyor. Birazdan da yanıma gelecek zaten. Bugün de işe gidemeyeceğim.

Akşam: Pencere kenarına kuruldum; sehpanın üzerinde fincanda çayım ve elimde kitabım. Sırtımda hırkam, hafiften öksürüyorum ama sabahki halimden de daha iyiyim. Püskül de kurulduğu koltuktan gözlerini bana dikmiş bakıyor. Sanırım yarın ofise gidebileceğim. Ancak şimdi dinlenmenin keyfini çıkarmalıyım; değil mi ama?

MİNE ÖZDEMİR

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails