Jennifer Egan, “İt Kopuk Takımı”nda bir dönemin
başına buyruk punk gençliğinden, geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış
kalmış ancak yaptıklarından asla pişman olmayan insanlara kadar birçok
hayata dokunuyor.
“Başkalarının hayatlarındaki gizemler doğadaki gizemler gibidir, her
yeni bilimsel keşif bizi gerçeğe yaklaştırır ama hiçbiri kesin bir
yanıta ulaştırmaz.” Fransız yazar Marcel Proust, “Kayıp Zamanın İzinde”
adlı eserinde dile getirdiği bu cümlenin sır perdesiyle örtülü
karakterlerin yer aldığı birbiriyle kesişen hikayelerden oluşan bir
romanın yazılmasına ilham kaynağı olduğunu bilseydi, kim bilir ne derdi?
Amerikalı yazar Jennifer Egan’ın “İt Kopuk
Takımı” adlı kitabının ilk satırlarına Proust’tan alıntılar yaparak başlaması akıllara böyle bir soruyu getiriyor.
Egan’ın 2011’de Pulitzer Ödülü’ne layık görülen bu kitabında,
Proust’un romanlarında oldukça irdelediği zaman ve mekân kavramları
üzerine tartışmaya açık 13 hikâye yer alıyor. New York’tan San
Francisco’ya, Napoli’nin arka sokaklarından Kaliforniya’daki çöl
bölgesine kadar sınırların gayet geniş tutulduğu mekânlarda geçen
hikâyelerde 1970’lerden günümüze uzanan bir zaman tüneline giriliyor.
Bu süreçte kendilerine özgü giyim tarzları, kalıplaşmış davranış
biçimlerine karşı gelerek bireysel bir başkaldırı gösteren punk
gençliğinin sıra dışı hayatlarına yol alınarak, teknolojinin
gelişmesiyle sosyal medyayı yakından takip eden milenyum gençliğine
göndermeler yapılıyor. Kalemi kağıdı alıp bir soy ağacı çıkartılabilecek
kadar kahramanı bol olan kitapta, geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış
kalmış, bir taraflarıyla mutlu bir taraflarıyla hüzünlü karakterler
dikkat çekiyor. Bu karakterlerden öne çıkanlar ise Sasha ve Bennie
Salazar.
Sürprizli bir hayat
Roman, Flaming Dildos
adlı bir grupta bas gitar çalan ve müzik yapımcısı olan Bennie
Salazar’ın 12 yıldır asistanlığını yapan Sasha’yla açılıyor. Coz adlı
psikologla
gerçekleştirdiği terapi seansında mağazalardan çaldığı
eşyaları, ilk aşkı Alex’le nasıl tanıştığını ve sonrasında artık bir
şeyleri çalmamak için gösterdiği çabayı anlatan
Sasha’nın bir
kleptoman olduğu anlaşılıyor. Daha sonra üniversitede tanıştığı erkek
arkadaşı Drew’le geçirdiği mutlu günlerin anlatıldığı romanın ilerleyen
sayfalarında
bir zaman sıçraması yapılarak Sasha’nın Napoli’nin arka sokaklarında geçirdiği çocukluk yıllarına dönülüyor.
Aradan geçen 20 yılın ardından Sasha, New York’a yerleştikten sonra facebook aracılığıyla üniversite arkadaşını bularak
evleniyor. Biri yarı otistik olan Alison ve Lincoln adında iki çocuk
sahibi olan Sasha, gözlerden ırak kurduğu yeni hayatıyla izini eski
sevgilisi Bennie ve yıllar sonra kendisini aramaya koyulacak Alex’e
kaybettirmeyi başarıyor.
Bir hiç uğruna
"İt Kopuk
Takımı"nda Bennie'nin gençlik yıllarında üyesi olduğu gruptaki
arkadaşlarıyla geçirdiği eğlenceli zamanlardan, farklı rock gruplarını
dinleyiciyle buluşturduğu müzik yapımcılığına kadar tüm yaşamı gözler
önüne seriliyor. Christopher adında bir erkek çocuğu olan ve eski eşi
Stephanie'yi en yakın arkadaşı Kathy'le aldatan
Bennie'nin kitabın ilk sayfalarında çapkın bir adam olduğu anlatılıyor.
Flaming Dildos'un basçılarından can dostu Scotty'le birlikte önce Alice'ten, daha sonra da Sacha'dan hoşlanan
Bennie, karşısına çıkan birçok kadınla ilişki yaşıyor. Conduits adlı
müzik grubu sayesinde başarılı bir müzik yapımcısı olan Bennie, bu
dönemde çok değişiyor;
sebepsiz bir küslük nedeniyle yollarını
ayırdığı Scotty'le karşılaştığında eski sıcaklığını göstermiyor. Ancak
kaybolan yılların ardından her şeyi bir hiç uğruna yaptığını
düşünen
Bennie'nin kendisiyle hesaplaşma aşamasında Alex'le yolları kesişiyor.
Alex'in yardımlarıyla Scotty'nin Manhattan'da uzun yıllardan sonra ilk
konserini vermesini
sağlayarak aralarındaki buzları eriten Bennie,
içindeki punk'çıyı hep canlı tutuyor. Özetle, gençliği peşinden
sürükleyen rock dünyasından ince kesitler sunan “İt Kopuk
Takımı”, zekice hazırlanmış kurgusuyla aslında başladığı yerde biten bir roman.
Mine Özdemir / Milliyet Kitap
29 Kasım 2012 Perşembe
19 Mart 2012 Pazartesi
Gibi Site ve sakinleri
Enver Aysever, “Yazgıcılar” romanında Gibi Site ve sakinleri üzerinden günümüz dünyasında iktidarın toplumu gözetleyerek denetlemesini eleştiriyor.
MİNE ÖZDEMİR
Ortada bir gözetleme kulesi ve çevresinde mahkûmların hücrelerinin yer aldığı bir hapishane düşünün... Kulede de mahkûmların sürekli gözetlendikleri hissiyle hareket etmelerine neden olan görünmeyen bir güç... Mimar Jeremy Bentham’ın panoptik olarak tanımlanan bu hapishane yapısı hiçbir zaman hayata geçirilmedi ancak postmodern ve küresel dünyada iktidarın toplumu denetlemeye çalıştığı bir yöntem şeklinde hep karşımıza çıktı.
Enver Aysever de ilk romanı “Bir An Bin Parça"nın ardından yazdığı “Yazgıcılar” adlı kitabında bu yapılanmaya benzer bir biçimde yarattığı bir site üzerinden günümüz toplumlarını eleştiriyor. Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında günden güne İstanbul’da yükselen siteleri ve şehrin görüntüsünü Jose Saramago’nun “Körlük” romanına gönderme yaparak tanımlayan Aysever, bir salgın halinde toplumu saran körlük metaforu yerine ‘sis’i koyuyor.
Herkes birbirini dikizliyor
Kitabın ilk sayfalarında şehri kuşbakışı izleyerek betimleyen yazar, sis içerisinde kapalı kapılar ardında gizli işler çeviren insanların nasıl da farkında olmadan gözetlendiklerini anlatıyor. İstanbul’daki çarpık yapılaşmanın doğurduğu paradoksu da satırlara taşıyan Aysever, havuzu, doğru düzgün otoparkı, yürüyüş yolu, tenis kortu olmayan ama hepsini çağrıştıran bir yapı kuruyor: Gibi Site. İstanbul’a göç etmeyi beceren, bundan ötürü de kendisini talihli sayan kişilerin oturduğu bu sitede herkes birbirini dikizliyor ve dinliyor; kendisini görünmeden hissettiren bir güç olan Yazgıcılar da bu kişileri gözetleyerek denetliyor. Yazar, “Peki, Yazgıcılar tam olarak kimdir?” diye soranlara da şu cevabı veriyor: “Gerilimden beslenen, her bulunduğu ortamda hır gür çıkaranlarla, herkesi birbirine düşürerek ve kan emerek huzur bulan ve bu yaptıklarına da özgürlük kılıfı giydirenlerle kavga edenlerdi Yazgıcılar.”
Kalabalık bir kadrosu bulunan Gibi Site'de olup biten tüm gelişmeleri yakından takip eden yöneticiler, kapıcılar, güvenlik görevlileri ve renkli karakterler yer alıyor. Bir de başkahramanımız EA. Engin Aysever’in baş harflerinden oluşan EA için Engin Aysever, bir röportajda, hem kendisi hem de kurmaca bir karakter olduğunu söylüyor. Okuduğu kitaplarla toplumdan kendini soyutlamış bir aydın profili çizen, diğer taraftan da duruşuyla hayata karşı yenilmiş bir insan izlenimi uyandıran EA, tüm çelişkili halleri üzerinde bulunduruyor.
Deşifre olan hayatlar
Sitede yöneticiler ilk iş olarak sıkı bir güvenlik sağlayabilmek amacıyla kameraları uygun yerlere yerleştiriyor. Altı kişilik güvenlik timinin de bir taraftan kol gezdiği sitede her bloğun ayrı bir kapıcı dairesi bulunuyor. Çağdaş dünyada artık apartman görevlisi adı verilen bu kişiler ve site sakinleri, gözetlendiklerinin farkında olmadan kameralar karşısında mahremiyetlerini sergiliyor. Kameralarla kuşatılan Gibi Site, bu noktada, George Orwel’ın “1984” adlı kitabında bahsettiği “Big Brother / Büyük Birader”ı anımsatıyor.
Deneyim kazanmış güvenliğin gözetiminde, blok kapıcısının kuşkulu, site sakinlerinin de kaçamak bakışları altında Gibi Site’ye taşınan EA, kapıcı Durdu’nun eşi Sümbül’ü yardımcı olarak evine almasıyla daha da deşifre oluyor. EA’nın kitaplara olan aşırı ilgisi, kendisi gibi ismi baş harflerden oluşan, kumral saçlı, genç ve zarif bir kadın olan AÖ ile arasındaki tuhaf ilişki ve annesinin cenaze töreninde takındığı tutum ve davranışları, sitenin uyanık sakinlerinin dikkatinden kaçmıyor. Bu özellikleriyle aykırı bir insan profili çizen EA, zamanla site sakinleri tarafından ötekileştiriliyor.
Nasıl bir sitede yaşamak istediklerine yönelik görüşlerini belirten site sakinlerinin aldıkları ortak karar sonrasında Yazgıcılar, hızla EA’nın evine sızarak, o çok yapmak istedikleri imha operasyonunu sonunda gerçekleştiriyorlar. Kitapta baştan sona okura küçük küçük oyunlar kuran yazar, okurun site sakinlerinin hayatlarını dikizliyormuş hissine kapılmasına ve kendi içinde bir hesaplaşmaya gitmesine neden oluyor. Tüm bunların yanı sıra mizahi bir dille günümüz Türkiyesi’nin anlatıldığı “Yazgıcılar”, izlenme, gözlenme, dinlenme çağında bir yalnızlık romanı.
Milliyet Kitap
16 Şubat 2012 Perşembe
Theodor Boone, iz peşinde!
Jahn Grisham’ın “Kaçırılan Kız” adlı
romanı, “Küçük Avukat”ın devamı niteliğinde. Romanda 13 yaşında ve tek
hayali avukatlık mesleği olan Theodor Boone’un en yakın kız arkadaşı
April’ın evden kaçırılış öyküsü anlatılıyor.
MİNE ÖZDEMİR
Sessiz bir kişiliğe sahipti April Finnemore. Popüler değildi çünkü popüler olmaya çalışmıyordu. Kibar, düşünceli ve sınıf arkadaşlarının çoğundan olgundu. Bunların dışında insanların akıl erdiremediği gariplikleri vardı. Mesela bir oğlan çocuğu gibi giyiniyor ve saçını çok kısa kestiriyordu. Sporu, televizyonu ya da interneti sevmiyordu. Onun yerine resim yapıyor ve sanat üzerine çalışıyordu. Bir gece yarısı ortadan kaybolan April’ın evden kaçmasına kimse ihtimal vermiyordu. Peki, April kim ya da kimler tarafından, niçin apar topar kaçırılmıştı? “Kaçırılan Kız”ın ilk sayfalarından itibaren bu sorunun cevabını aramaya koyulurken, John Grisham’ın “Küçük Avukat” kitabının başkahramanı Theodor Boone’la karşılaşıyoruz ilerleyen sayfalarda.
Amerikan hukuk sistemini oldukça iyi bilen John Grisham, diğer romanlarında olduğu gibi küçük bir kasabada yaşayan insanların mahkemelerde çözümlenmeyi bekleyen bir davaya dönüşen sorunlarına eğiliyor bu kitabında. Mesleki tecrübesini Theodor Boone karakteri üzerinden konuşturan Grisham, yine Stattenburg sokaklarına götürüyor bizleri. Theo, genellikle polis, öğretmen ya da doktor olmak isteyen erkek çocukların tersine başından beri annesi ve babası gibi avukatlık mesleğine ilgi duyan bir karakter. Her şeyden önce Theo’nun April’ın özel hayatıyla ilgili ayrıntılı bilgiye sahip olması olayların akışına ayrı bir boyut kazandırıyor. Ama burada Grisham’ın April’ı kimin kaçırdığına yönelik kaçamak bilgiler vermesine rağmen kitabın sonunun tahmin edilebilir olduğunu söylemekte fayda var.
MİNE ÖZDEMİR
Sessiz bir kişiliğe sahipti April Finnemore. Popüler değildi çünkü popüler olmaya çalışmıyordu. Kibar, düşünceli ve sınıf arkadaşlarının çoğundan olgundu. Bunların dışında insanların akıl erdiremediği gariplikleri vardı. Mesela bir oğlan çocuğu gibi giyiniyor ve saçını çok kısa kestiriyordu. Sporu, televizyonu ya da interneti sevmiyordu. Onun yerine resim yapıyor ve sanat üzerine çalışıyordu. Bir gece yarısı ortadan kaybolan April’ın evden kaçmasına kimse ihtimal vermiyordu. Peki, April kim ya da kimler tarafından, niçin apar topar kaçırılmıştı? “Kaçırılan Kız”ın ilk sayfalarından itibaren bu sorunun cevabını aramaya koyulurken, John Grisham’ın “Küçük Avukat” kitabının başkahramanı Theodor Boone’la karşılaşıyoruz ilerleyen sayfalarda.
Amerikan hukuk sistemini oldukça iyi bilen John Grisham, diğer romanlarında olduğu gibi küçük bir kasabada yaşayan insanların mahkemelerde çözümlenmeyi bekleyen bir davaya dönüşen sorunlarına eğiliyor bu kitabında. Mesleki tecrübesini Theodor Boone karakteri üzerinden konuşturan Grisham, yine Stattenburg sokaklarına götürüyor bizleri. Theo, genellikle polis, öğretmen ya da doktor olmak isteyen erkek çocukların tersine başından beri annesi ve babası gibi avukatlık mesleğine ilgi duyan bir karakter. Her şeyden önce Theo’nun April’ın özel hayatıyla ilgili ayrıntılı bilgiye sahip olması olayların akışına ayrı bir boyut kazandırıyor. Ama burada Grisham’ın April’ı kimin kaçırdığına yönelik kaçamak bilgiler vermesine rağmen kitabın sonunun tahmin edilebilir olduğunu söylemekte fayda var.
Umut hep var
April’ın parçalanmış bir ailenin üç çocuğunun en küçüğü olarak yaşadığı tüm zorlukları ve psikolojik sorunları Theo’yla paylaştığını görmekteyiz romanda. Kasaba dışında küçük bir çiftlikte keçi besleyen ve peynir üreten bir anne ve haftalarca ortadan kaybolarak, 1980’lerden kalma arkadaşlarıyla kötü bir orkestrada müzik yapan bir baba arasında kalan April’ın ansızın kaybolmasından kaynaklanan üzüntüyle Theo’nun nasıl başa çıkacağı ise başlı başına merak konusu. İşte burada hareket kazanan kitapta, sınıf arkadaşlarıyla birlikte kız arkadaşını sokak sokak arayan Theo’nun hiçbir zaman umudunu yitirmediğine şahit oluyoruz. Öte yandan herkes, April’ı annesinin uzaktan kuzeni olan Jack Leeper’ın kaçırdığını düşününüyor. Hırsız, uyuşturucu satıcısı ve 10 yıl önce Kaliforniya’da çocuk kaçırmaktan yakalanarak hapis cezası alan Leeper’ın iki hafta önce hapisten kaçması ise şüpheleri doğrular nitelikte. Üstelik tam da bu sırada ırmakta kimliği saptanamayan bir cesedin bulunması, April’ın hayatta olup olmadığına dair kuşkuları ve beraberinde gerilimi artıran unsurlar.
Detaylar ele veriyor
Kitabın ortalarında Theo’nun eski bir avukat olan amcası Ike’ın ırmakta bulunan cesedin April’a ait olmadığına dair verdiği istihbari bilgiler, işleri kolaylaştırıyor. Bu noktada kurguda küçük küçük oyunlara başvuran yazarın kitabın bir bölümünde tüm bu konuların uzağında televizyonda gösterilen haberlere yer vermesi, gergin havayı dağıtmaya yetiyor. Tüm gelişmeleri yakından takip eden Theo’nun bir gün arkadaşıyla birlikte sosyal paylaşım sitelerinde gezinirken tesadüfen bir fotoğrafta April’ı görmesi ve hemen onu aramaya koyulması ise kitabın en ilgi çeken kısmı. Polise haber vermeden Kuzey Carolina’ya Ike ile birlikte yol alan Theo’nun artık April’ı kimin kaçırdığını anlamasıyla da kitapta sona yaklaşılıyor.
Bütün bu olup bitenin farkında olmadan kendisini yalnız başına yaşamaya hazırlayan April’a geçici bir vasi atanmasına yönelik açılan davada yine ailesiyle birlikte kalmasına yönelik bir kararın çıkması benzer bir durumun bir daha yaşanıp yaşanmayacağını akıllara getiriyor. Kitabın son sayfasını çevirdiğimizde ise Theodor Boone’u başka kitaplarda ya jüri karşısında etkili konuşmalar yapan duruşma avukatı ya da zor kararları verebilen tarafsız bir yargıç olarak tekrar görebileceğimizi bizlere çaktırmadan hissettiriyor Grisham.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)