24 Şubat 2011 Perşembe

Oscar’lık yorumlar…

                                                  

Oscar ödüllerinin sahiplerini bulmasına sayılı günler kala en çok merak ettiğim iki film hakkında yorumlarımı huzurlarınıza sunuyorum. Ne yalan söyleyeyim, başta yönetmenliğini Tom Hooper’ın yaptığı “The King’s Speech / Zoraki Kral”i 12 dalda aday gördüğümde göz bebeklerim büyümüştü. İngiliz kraliyet ailesiyle ilgili bir hikâyenin anlatıldığı filmi nihayetinde izledim ve muradıma erdim: Kral konuşamıyor! Burada ‘so what’ diyorum ve filmi izlemeye devam ediyorum. Kelimeler kralın ağzından anlaşılmayacak derecede kopuk kopuk çıkıyor. Yani kral kekeliyor! Hemen ilk dakikada rahatsız edici bir şekilde durağan sahnelerle filmin ritim sorunu olduğu anlaşılıyor.


İletişimde konuşma kusuru olarak tanımlanan kekemeliği aşmak için başta hiçbir çaba sarf etmeyen kralın ağabeyi VIII. Edward’ın (Guy Pearce) kocasından boşanmış bir Amerikalıyla evlenmek için tahttan feragat etmesi, izleyicinin aklına kaçınılmaz olarak “Kral şimdi nasıl konuşacak?” sorusunu getiriyor. VI. George (Colin Firth) adıyla tahtta yerini alan York Dükü’nün halka sesleneceği bir radyo konuşması yapması lazım. Tüm çabalara rağmen doktorların dükün kekemelik derdine çare bulamalarıyla başlayan hareketli sahneler, York Düşesi’nin (Helena Bonham Carter) ısrarlı arayışları sonrasında protokole aldırmayan, sıcak yaklaşımlarıyla samimi bir profil çizen Lionel Logue’da (Geoffrey Rush) kilitleniyor. Bir tarafta iki çocuğuyla sakin bir hayat süren Lionel, diğer tarafta tahta çıkmaya hazırlanan ama bir türlü konuşamayan York Dükü Albert Frederick Arthur George… İlk karşılaşmada filmin düğüm noktasını Lional’ın şu sözü oluşturuyor: “Hiçbir çocuk kekeme doğmaz.”   
İpi göğüsleyen Geoffrey Rush

Duvar kâğıtları sökülmüş odada yer alan eski bir kanepe, filmin tek sanatsal sahnesini oluştursa da Lional ve Bertie sıfatıyla York Dükü’nün arasında geçen konuşmalar her defasında çatışmayla sonlanıyor. Lional’ın ağız ısıtma hareketleri ve ilginç taktikleriyle Bertie ha konuştu, ha konuşacak derken tahmin ettiğimiz gibi hikâye de sona ulaşıyor. Kralın kontrollü bir şekilde kekelemeden bir konuşma gerçekleştirebilmesi için yapmış olduğu çalışmalara keşke daha çok yer verilseymiş filmde. Böylece sıkıcı atmosfer yerini harekete ve meraka bırakabilirdi.

Hemen burada bir parantez açarak, gerek kendine güvenen duruşu, gerekse de sergilediği azimli performansıyla Avustralyalı sempatik aktör Geoffrey Rush “En İyi Yardımcı Erkek” ödülünü alır diyorum. Her şey bir yana “The King’s Speech”te liderlerin halkın güvenini kazanabilmeleri için hitabetlerinin önemine vurgu yapılıyor. Yıl 1939 ve İngiltere savaşa hazırlanıyor. Herkesin yönetim tarafından destek ve cesaretlendirme beklediği bu dönemde VI George’un radyo konuşmasını kekelemeden başarılı bir şekilde yapması zafer havasıyla karşılanıyor. Ancak bu özellikler de ne yazık ki “The King’s Speech”in kalbimin Oscar’ı olmasına yetmiyor.
Baş döndürücü bir gerilim

Yaban mersinli çayımı yudumladıktan sonra gelelim merak ettiğim ikinci film hakkında yorumlarıma. Gerçi Twitter’da yazdıklarımı takip edenlerin çok kolay tahmin edeceği gibi “127 Hours /127 Saat” her yönüyle eleştirilmeye değer bir film olarak karşımıza çıkıyor. Şimdi “The King’s Speech”te kalabalık kadro olmasına rağmen sabahtan beri tempo sorunu var diyorum ya “127 Hours”ta da neredeyse tek başına James Franco’nun filmi götürmesine rağmen hiçbir karede bu sorunun ortaya çıkmaması bir seyirci olarak inanılmaz mutlu etti beni. Vizyona daha girmeyen yıldız yönetmenlerden Coen kardeşlerin “True Grit / İz Peşinde”ini izleyeceğiz ancak 2009 yılında “Slumdog Millionaire / Milyoner” ile adından oldukça söz ettiren Danny Boyle da “127 Hours” ile Oscar yarışında iddialı bir yapımla karşımıza çıkıyor kuşkusuz.

Toplam 94 dakikada gerçek bir olaydan yola çıkarak, deneyimli bir dağcı olan Aron Ralston’un başından geçenlerin cesur sahnelerle anlatıldığı “127 Hours” tam anlamıyla bir ‘araf’ filmi. Yukarıdan çekimlerle ilk önce bize shot yaptıran, Aron’ın bisiklet kullanma sahneleriyle başımızı döndüren Boyle, 2003 yılında Utah’ta bir kanyonun arasında kolu bir kayaya sıkışan Aron’ın yaşam mücadelesini etkileyici bir biçimde beyaz perdeye yansıtmış. Flashbacklerle geçmişle bugün arasında gidip gelen filmde, Aron’ın kötü alışkanlıklarıyla yüzleşmesi duygusal bir pencereden yansıtılmış.
En İyi Erkek Oyuncu James Franco

Kurtuluş mücadelesinde soğukkanlı bir şekilde davranan Aron’ın en sinirli hallerini bile kameraya çekmesi, kendi kendisine konuşarak moral depolaması, dar ve kapalı mekânın sıkıcı bir atmosferden çıkmasına neden olmuş. İşte burada James Franco oyunculuğunu konuşturmuş ve beklentilerin üzerinde bir performans sergilemiş. Bu nedenle “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü James Franco hak ediyor diyorum. Boyle, izleyicinin belki yağmurun yağmasıyla kayganlaşan yapıda kayanın yerinden oynayabileceğini ve Aron’ın kurtulabileceğini düşünmesi ihtimalini de hesaplamış. 127 saat boyunca Aron’ın kayaya sıkışan koluyla kurtulma planları yapması gerilimi tırmandırsa da en son kurtuluş olarak kolunu kırması ve sonrasında da kesmesi filmin tek izleyemediğim sahneleri oldu. Kan görmeye dayanamıyorum, o sahneleri yarım yamalak izleyebildim. Bir de günlerce kanyonda kalan Aron’ın yüzünde sakal çıkmaması kafama takılan bir soru işareti oldu. Bunun yanı sıra filmin sonunda Aron’ın bir yüzücü olarak yaşama devam ettiğine şahit oluyoruz. Burada da kesik kolu bariz bir şekilde görüyoruz.  Ancak Aron, kolunu biraz daha yukarıdan kesmişti; son sahnedeki kol bana daha uzun gibi geldi. Ama yine de hayatın kolayca vazgeçilecek bir olgu olmadığını bizlere anlatan bir film olması nedeniyle “127 Hours” benim favori filmim oldu.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails