10 Aralık 2011 Cumartesi

“Aşk bu, şakaya gelmez”



Umutlar, özlemler, kaçınılmaz ayrılıklar, aşk ve başka insanların hayatları... Hepsi,  ustalıklı bir dille Tekin Gönenç'in yeni kitabı “Karanfil Sesleri”nde...

MİNE ÖZDEMİR

Şiirin sesle olan ilişkisi dikkate alındığında yüksek sesle okunan ve vurguyla anlam kazanan şiirlerin ötesinde gürültüsüz ve dilsel açıdan sağlam şiirler karşımıza çıkıyor Tekin Gönenç’in “Karanfil Sesleri”nde. İkinci Yeni’nin imgeci şiirini oldukça yalın bir anlatımla işleyen şair, kozasında ördüğü insandan yola çıkarak yine insana varan şiirlerle buluşturuyor okuru.
Yazarlığa soyunanların ilk göz ağrısıdır şiir. Tekin Gönenç için de aynı durum söz konusu. Üniversite yıllarında “Tümevarım” adlı ilk şiirini yazan Gönenç’in birçok şiiri Varlık dergisinde yayımlandı. Şairin “Gönlü Güvercinli Kadın” ve “Aşk Konuşur Bütün Dilleri” adlı iki şiir kitabının yanı sıra “Gizdüşüm” ve “Babamın Bıyıkları Yoktu” adlı öykü kitapları da bulunuyor. 

Özlem dolu şiirler

           Şiir anlayışını 'sezdirme' yani okura ipin tamamını değil de sadece ucunu verme şeklinde tanımlayan Gönenç, güncel konuşma dilindeki sözcükleri yeniden kurgulayarak onlara özgün algılamalar ve iç sesler yüklüyor. Böylece yararlandığı ‘var olan dil’e yeni renkler ve duyumsamalar ekleyerek, şiirini oluşturuyor. Şiirin içine aldıklarından çok dışarıda bıraktıklarıyla ilgilenen şair, ön kabullere ve kalıplara karşı çıkarak, “Siz bakmayın böyle sustuğuma, benim şiirim bağırmaz ki” (S. 39) diyor.
 
           Zaman akıp gittikçe var olmak, değişim gibi kaçınılmaz bir gerçekliği de beraberinde getiriyor. Bu değişim karşısında muamma bir gelecekten korkan insan, kimi zaman yaşanmış hikâyelere sığınarak, bugün ile geçmiş arasında gelgitler yaşayabiliyor. Ama geriye dönüp bakıldığında en çok da çocukluğa dair anılar, gözlerimizin önüne geliyor. Tekin Gönenç de bazı ipuçları vererek, çocukluğa duyduğu özlemi dile getiriyor şiirlerinde: Lunapark, saklambaç, uçurtma, okul çıkışları… Bunun dışında bir de kuşlar var, şairi elinden tutup yazmaya yönlendiren. Çocuklar ve kuşların insana insan olduğunu duyumsatan doğanın en güzel varlıkları olduğunu söyleyen Gönenç, bu yüzden tek başına kaldığında yanında sadece kuşları ve çocukları görmek istiyor.

Çocuk annelerin dramı

Çocukluğundan bu yana Anadolu insanının acılarını ve sevinçlerini gözlemleme fırsatı bulan Gönenç, Türkiye’deki yanlış evliliklere ve çarpık kadın erkek ilişkilerine tepkisini Çocuk Anneler”şiirinde dile getiriyor: “on dördünde on beşinde var yok /karnı burnunda çocuk annelerdik/çeşmeyle tarla/beşikle kundak arasında/çocuklarıyla birlikte büyüyen” (s.26) Böylece gelenek görenek ve dini inançların etkisiyle çocuk yaşta babası yaşında kişilerle evlendirilen mutsuz kızların dramını anlatan Gönenç, dikkatle seçtiği sözcüklerle toplumsal sorunlara da eğiliyor.

Tekin Gönenç’in şiirlerinde en baskın temalardan biri de aşk! Aşkı bin bir türlü haliyle ele alan şair, öncelikle konuya ciddiyetle yaklaşıyor: “el etme öyle/aşk bu/şakaya gelmez/ben daha gözlerinin yarısındayım” (S. 13) Bu ciddiyetin arkasında kuşkusuz büyük hayallerin beraberinde getirdiği hayal kırıklıkları yatıyor. Ama yine de ansızın sevgilinin çıkıp geleceğine dair bir bekleyiş hakim Gönenç’in şiirlerinde. “oysa gelseydiniz/en kırılgan yanlarınızla olsun/yaşama tutuna tutuna gelseydiniz/hiç durur muydum/çarpar giderdim geceye/bende biriken düş kırıklıklarınızı”(S. 5)
Özetle şiirlerinde sendeki 'ben' ile bendeki 'sen'i buluşturan Tekin Gönenç, işte bu noktada okuru programlamadan uzak durarak, hedef gö'termeden uçurtmayı rüzgâra salar gibi şiirlerine yol veriyor. Biz okurlara da özenle seçilmiş kelimelerin peşine takılarak, ayrıntılarda gizlenen anlamları yakalamak kalıyor.  
 

19 Kasım 2011 Cumartesi

"Delirmek en çok kadınlara yakışıyor"


 Fotoğraf: Hüseyin Özdemir

Mine Söğüt, yeni kitabı “Deli Kadın Hikâyeleri”nde, kadınlıklarını bir lanet gibi sırtlarında taşıyan, deliliğin sınırlarında gidip gelen farklı hayatlar üzerinden kuruyor öykülerini.


MİNE ÖZDEMİR

Birbirine zıt ama bir o kadar da kaçınılmaz bir şekilde birbirine bağlı iki kavramdır doğum ve ölüm. İşte bir bilinmeyenden gelinen ve bir bilinmeyene gidilen bu yolda son kitabı “Deli Kadın Hikâyeleri”ni temellendiren Mine Söğüt, kadınlıklarını bir lanet gibi sırtlarında taşıyan, deliliğin sınırlarında gidip gelen hayatlar üzerinden öykülerini kuruyor. Kapak resmi ve çizimleri yazarın eşi karikatürist Bahadır Baruter’e ait olan kitapta, 21 delilik hikâyesi yer alıyor. 
Mine Söğüt, öykülerin her birinde içlerine açılan kapıların arkasına saklanan kadınların delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden baktırıp, düş ile gerçeğin iç içe geçtiği farklı hayatlarla bizleri buluşturuyor.

* Kitapta bin bir türlü kadın halleriyle karşılaşıyoruz. Ama en belirgini delilik... Sizi bu hikâyeleri yazmaya yönlendiren iç ses neydi?
Deliliğin o benden çok uzak gezegenini hep merak ederim. Hikâyelerimi, bu merakın peşine takılıp, delirmek üzerine kurguladım. Ve fark ettim ki delirmek edebi açıdan en çok kadınlara yakışıyor. O yüzden hikâyelerdeki kahramanlar, hep kadın oldu. Bu yakışmanın da sanırım tek nedeni var: Doğurganlık. Kadın doğurganlığı nedeniyle erkekten farklı refleksler ediniyor. Aslında, içinde bulunduğu sosyal sistem müsaade etse erkekle her konuda eşit olabilir. Ama doğurganlık, bu eşitliği bozan ve kadını herhangi bir insan olmaktan çıkarıp 'kutsal' anne olmaya 'terfi' ettiren bir rütbe. Bu rütbenin dayattığı sorumluluklar kadını hep delilik uçurumlarının kenarlarında gezdiriyor. 

* Satırlarda kadının toplumda hak ettiği değeri görememesi nedeniyle yaşadığı felaketleri okuyoruz. Ve çoğu zaman bu felaket, ölüm oluyor. Kadın, neden size ölümü çağrıştırıyor?
Kadınlık değil ama delilik ölüme çok yakın bir ruh hali. Hayat aslında bizi “sağlam ve canlı” kalmaya programlıyor. Delirdiğiniz zaman bu program bozuluyor. Bir deli her şeyi isteyebilir. Ölümü bile! O yüzden hikâyelerdeki kadın kahramanlar ölüm sınırında yaşıyor… Her an o sınırın ötesine geçebilirler. 

* Toplumun kadına karşı bakış açısını sorgulayan bir yazar olarak Türkiye'de kadınların yaşadıkları hakkında neler düşünüyorsunuz?
Kadın veya erkek fark etmiyor, kendi ellerimizle özene bezene kurguladığımız bu hayat 'kötü'. Hem bu ülkede hem de tüm dünyada bu böyle. Teknolojide bu kadar ilerleyebilen insanlığın 'insanlıkta' herhangi bir ilerleme kaydedememesi bu konuda bir isteği olmadığının işareti. Çünkü ben tanrı denen şeyin külliyen 'istek' olduğuna inanırım. Biz ne istersek o olur. Ve biz böyle bir hayat istiyoruz. Savaş kendi kendine çıkabilen bir şey değil. Bunların müsebbibi ilahi bir irade değil bizzat insani irade. O yüzden kadını, çocuğu, yoksulu, deliyi, azınlığı ya da güçsüzü tarif eden biziz. Biz tariflerimizi değiştirsek bu tariflere denk gelen hayatların kaderi de değişir. 

* Kimi zaman düşsel bir yolculukta gezinen okur, bir cümlenin dürtüsüyle kendisini gerçek hayatın içinde bulabiliyor. Okura kurduğunuz bir tuzak mı bu?
Evet, yazarken masamı düşle gerçek arasındaki köprüye yerleştiriyorum. Çünkü 'gerçek hayat' da bizzat o köprünün üzerinde cereyan ediyor. Eğer ortada bir tuzak varsa bu benim bir yazar olarak okura kurduğum bir tuzak değil, bizzat hayatın kendisinin biz insanlara oynadığı tuhaf bir oyun.

* Karakterlerin çoğu umutsuz ve hayata küs insanlar. Bu özellikler günümüz insanını yansıtıyor aslında. Karakterlerinizi hangi zamana oturtuyorsunuz?
Benim kahramanlarım her ne kadar çağdaş olsalar, bugün ve burada yaşasalar da, aslında her zaman her yerde yaşamış olabilirler. Delilik sadece çağımızın, ya da bu coğrafyanın belası değil. İnsanın kadim belası. İnsan her çağda külliyen umutsuz ve hayata küs… 

* "Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey" isimli romanınızın kahramanı, bir kadınadam olan Madam Arthur Bey burada da çıkıyor karşımıza...
Son romanın kahramanı Madam Arthur Bey aslında önce bu kitaptaki hikâyenin kahramanıydı ve bambaşka bir karakterdi. Romanda aynı isimle farklı bir karakter olarak yeniden yaratıldı. Yani hikâyedeki ve romandaki kahramanlar arasında bir ismi ortaklaşa kullanmak dışında hiçbir akrabalık yok. 


"Aklı başındalık hikâye için geçerli değil"

* "Deli Kadın Hikayeleri"nde kendi hayatlarını yaşamak isteyen insanların iç dünyalarına yol alıyoruz. Bu gerçekten mümkün mü?
Aslında hiç kimsenin kendi hayatı söz konusu değil. Tek bir hayat var ve hepimiz bu hayatın bir köşesine ilişmiş yaşıyoruz. Sorun insanların çoğu kez kendi köşeleriyle yetinmeyip ya da bu köşelere sığamayıp başkalarının köşelerine tecavüz etmeleri. 'Kendi hayatını yaşamak' başkalarını umursamamak değil aksine başkalarını fazlasıyla umursamak anlamına geliyor. Ve bu tabii ki mümkün. Yeter ki isteyelim…

* Peki, başka hikâyeler okuyabilecek miyiz sizden?
Hikâye yazmak roman yazmaktan çok farklı bir süreç. Romanın dayattığı o olmazsa olmaz 'aklı başındalık' hikâye için geçerli değil. Arada sırada aklımın başımdan gitmesi beni rahatlatıyor, o yüzden hikâye yazmaya da devam ediyorum. Bir gün yeniden bir dosya oluşturduklarında onlar da kitaba dönüşeceklerdir mutlaka! 

Milliyet Kitap

13 Kasım 2011 Pazar

İmge’nin parşömen defterleri çooook sevimli!


İki hafta önce H. Tarık Şengül’ün “Muhafazakâr Popülizm: iki rekât-bir zekât-gerisi rant” adlı kitabını almak için İmge Kitabevi’nin Cağaloğlu’ndaki şubesine yolum düştü. Raflardaki siyasi kitapların arasından çekip aldığım kitabın fiyatını kasada tam öderken gerçek parşömen defterler dikkatimi çekti. Kız kulesi, kitap, kedi gibi çeşit çeşit desenlerde üretilen bu sevimli defterlerden hemen bir tane aldım. Defterin bir de içerisinden şu bilgilendirici not çıktı. Bu özel çalışması için kocaman teşekkürler İmge’ye! :-)

***

Bu defter geleneksel metotlarla üretilmiş oğlak derisiyle elde ciltlenmiştir. Cildi gerçek deri parşömen ve yaprakları parşömen kağıdıdır. Parşömen M.Ö. 2. yüzyıl ve M.S. 13. yüzyıl arasında 1500 yılı aşkın bir süre yazı yazmak için kullanılmıştır. Kağıdın yaygınlaşmasıyla daha çok önemli dokümanlar ve ciltçilikte kullanılan parşömen bugün sadece sanatsal amaçlar için az miktarda üretilmektedir.    

12 Kasım 2011 Cumartesi

The Guardian, shortlist’ini açıkladı



The Guardian gazetesi, İlk Kitap Ödülü yarışmasının sonlanmasına az bir zaman kaldı. Yalnızca yeni yazarların katılabildiği yarışmanın shortlist’i açıklandı. Yarışmanın longlist’inde yer alan Elif Batuman’ın edebiyat incelemesi türündeki “The Possessed” adlı kitabı bu listede yer almıyor. Ancak listede Amerikalı onkolojist Siddhartha Mukherjee'nin “The Emperor of All Maladies” adlı kitabının öne çıktığını görüyoruz. Okuyucuların seçtiği Juan Pablo Villalobos da “Down The Rabbit Hole” adlı kitabıyla listede dikkat çekiyor. İşte  gelecek ay sonuçların belli olacağı yarışmanın shortlist’inde yer alan kitaplar: 

* Pigeon English, Stephen Kelman
* The Emperor of All Maladies, Siddhartha Mukherjee
* Down The Rabbit Hole, Juan Pablo Villalobos
* The Collaborator, Mirza Waheed
* The Submission, Amy Waldman

13 Eylül 2011 Salı

Her yerde kendin varsın

Şu beş dakikalık yürüyüşle geçtiğin yolda neler var?
Ağaçlar.
Sanırım görmeden geçtin.
Sana bir şeyler söylüyor olabilirler mi?
Yeni bir ayakkabı almak da var.
Ve o ayakkabıyla gidilecek henüz bilmediğin geleceğin.
Eğilerek yürürsen böcekler var.
Böceklerde koca bir hayat, acayip renkler, senin bilmediğin belki binlerce yeni bilgi ve hikâye.
Korkuyorsan böceklerden, senin korkun da var.
Belki tüm yaşamını ve ölümü nasıl karşılayacağını o korkuda görebilirsin.
Eğilirsen belki de görmeye başlarsın...

Kendine Bakma Kitabı - Cem Mumcu

15 Haziran 2011 Çarşamba

Anlaşılmaz olmayı başaran insan!


Aylaklıkla geçen bir ömre karşın görülmeyeni görerek, onlarca öyküye imza atmış bir yazardır Sait Faik Abasıyanık. İç dünyasında yaşadığı her şeyi yazıya dökmüş, dönemin baskıcı tutumuna karşı gelerek, özgürce düşüncelerini ifade etmiş ve büyük bir insan sevgisiyle sanatını icra etmiş ama bir o kadar da anlaşılmaz olmayı başarmış bir insandır kendisi. Zaman zaman başını alıp uzaklara gitmiş,  ailesine kendisini kanıtlama çabasına hiç düşmemiş, sadece hayatında gelgitler yaşamış, sade yaşantısıyla dönemin yazarlarından farklı bir duruş sergilemiştir. Sait Faik’in öykülerinde uçsuz bucaksız yollar vardır; sıradan insanlar, emekçiler, çocuklar, kuşlar, deniz, balıkçılar, evler… Peki, hikâyelerini nasıl yazdığını merak ediyorsanız ona da cevabı vardır: 
“… İşte hikâyelerimi nasıl yazdığımı şimdilik merak eden dostum, yarın incir çekirdeğini doldurmayacak mevzuları yazan bir hikâyecinin iyi bir hikâyeci olmadığını yazacağına göre, bilmem hikâyem oldu mu? Olmadıysa ne yapalım? Bizim hikâye anlayışımız da böyle efendim.”
Zaten bu sözlerle okuru daha da bir okumaya teşvik eder yazar. Tıpkı “Hişt! Hişt!..” hikâyesinde olduğu gibi arkamızdan seslenir. Ben de bu sesin peşine takılarak, Sait Faik’in son dönem öykü kitaplarından biri olan “Alemdağ’da Var Bir Yılan”ı yıllar sonra yeniden okudum. Yazarın Panco’suyla ve daha birçok yarattığı karakterle tanışmak isteyenler mutlaka bu kitabı okusun derim. 


Kitabın son öyküsü "Yılan Uykusu"ndan:    
“İşte karşı karşıyasın. İşte o da senin gibi; elli ayaklı, kaşlı gözlü, sıhhatli hasta, sarışın esmer, kafası var, saçları var, kirpikleri var, yalan söyleyen ağzı var. Yüzünde küçük küçük kavga, taş, düşme izleri. Yaramaz bir çocukluğun her şeysi, ufak ufak her şeysi. İşte elleri, parmakları, işte ayakları. Kim bu? İnsanoğlu! Senin gibi tıpkı tıpkısına apaynı.
İşte gözlerinde yaş, işte gülüyor. İşte ekmeği ısırıyor. Bak patates salatasını attı ağzına. İşte çatalında uskumru. İşte şarap bardağı dudağında. İnsanoğlu, tıpkı senin gibi apayrı. Üstelik seviyorsun da onu. Dudağının kıvrımını seviyorsun. Saçının karasını seviyorsun. Kaşının bükülüşünü, alnının genç kırışıklığını.”...

24 Şubat 2011 Perşembe

Oscar’lık yorumlar…

                                                  

Oscar ödüllerinin sahiplerini bulmasına sayılı günler kala en çok merak ettiğim iki film hakkında yorumlarımı huzurlarınıza sunuyorum. Ne yalan söyleyeyim, başta yönetmenliğini Tom Hooper’ın yaptığı “The King’s Speech / Zoraki Kral”i 12 dalda aday gördüğümde göz bebeklerim büyümüştü. İngiliz kraliyet ailesiyle ilgili bir hikâyenin anlatıldığı filmi nihayetinde izledim ve muradıma erdim: Kral konuşamıyor! Burada ‘so what’ diyorum ve filmi izlemeye devam ediyorum. Kelimeler kralın ağzından anlaşılmayacak derecede kopuk kopuk çıkıyor. Yani kral kekeliyor! Hemen ilk dakikada rahatsız edici bir şekilde durağan sahnelerle filmin ritim sorunu olduğu anlaşılıyor.


İletişimde konuşma kusuru olarak tanımlanan kekemeliği aşmak için başta hiçbir çaba sarf etmeyen kralın ağabeyi VIII. Edward’ın (Guy Pearce) kocasından boşanmış bir Amerikalıyla evlenmek için tahttan feragat etmesi, izleyicinin aklına kaçınılmaz olarak “Kral şimdi nasıl konuşacak?” sorusunu getiriyor. VI. George (Colin Firth) adıyla tahtta yerini alan York Dükü’nün halka sesleneceği bir radyo konuşması yapması lazım. Tüm çabalara rağmen doktorların dükün kekemelik derdine çare bulamalarıyla başlayan hareketli sahneler, York Düşesi’nin (Helena Bonham Carter) ısrarlı arayışları sonrasında protokole aldırmayan, sıcak yaklaşımlarıyla samimi bir profil çizen Lionel Logue’da (Geoffrey Rush) kilitleniyor. Bir tarafta iki çocuğuyla sakin bir hayat süren Lionel, diğer tarafta tahta çıkmaya hazırlanan ama bir türlü konuşamayan York Dükü Albert Frederick Arthur George… İlk karşılaşmada filmin düğüm noktasını Lional’ın şu sözü oluşturuyor: “Hiçbir çocuk kekeme doğmaz.”   
İpi göğüsleyen Geoffrey Rush

Duvar kâğıtları sökülmüş odada yer alan eski bir kanepe, filmin tek sanatsal sahnesini oluştursa da Lional ve Bertie sıfatıyla York Dükü’nün arasında geçen konuşmalar her defasında çatışmayla sonlanıyor. Lional’ın ağız ısıtma hareketleri ve ilginç taktikleriyle Bertie ha konuştu, ha konuşacak derken tahmin ettiğimiz gibi hikâye de sona ulaşıyor. Kralın kontrollü bir şekilde kekelemeden bir konuşma gerçekleştirebilmesi için yapmış olduğu çalışmalara keşke daha çok yer verilseymiş filmde. Böylece sıkıcı atmosfer yerini harekete ve meraka bırakabilirdi.

Hemen burada bir parantez açarak, gerek kendine güvenen duruşu, gerekse de sergilediği azimli performansıyla Avustralyalı sempatik aktör Geoffrey Rush “En İyi Yardımcı Erkek” ödülünü alır diyorum. Her şey bir yana “The King’s Speech”te liderlerin halkın güvenini kazanabilmeleri için hitabetlerinin önemine vurgu yapılıyor. Yıl 1939 ve İngiltere savaşa hazırlanıyor. Herkesin yönetim tarafından destek ve cesaretlendirme beklediği bu dönemde VI George’un radyo konuşmasını kekelemeden başarılı bir şekilde yapması zafer havasıyla karşılanıyor. Ancak bu özellikler de ne yazık ki “The King’s Speech”in kalbimin Oscar’ı olmasına yetmiyor.
Baş döndürücü bir gerilim

Yaban mersinli çayımı yudumladıktan sonra gelelim merak ettiğim ikinci film hakkında yorumlarıma. Gerçi Twitter’da yazdıklarımı takip edenlerin çok kolay tahmin edeceği gibi “127 Hours /127 Saat” her yönüyle eleştirilmeye değer bir film olarak karşımıza çıkıyor. Şimdi “The King’s Speech”te kalabalık kadro olmasına rağmen sabahtan beri tempo sorunu var diyorum ya “127 Hours”ta da neredeyse tek başına James Franco’nun filmi götürmesine rağmen hiçbir karede bu sorunun ortaya çıkmaması bir seyirci olarak inanılmaz mutlu etti beni. Vizyona daha girmeyen yıldız yönetmenlerden Coen kardeşlerin “True Grit / İz Peşinde”ini izleyeceğiz ancak 2009 yılında “Slumdog Millionaire / Milyoner” ile adından oldukça söz ettiren Danny Boyle da “127 Hours” ile Oscar yarışında iddialı bir yapımla karşımıza çıkıyor kuşkusuz.

Toplam 94 dakikada gerçek bir olaydan yola çıkarak, deneyimli bir dağcı olan Aron Ralston’un başından geçenlerin cesur sahnelerle anlatıldığı “127 Hours” tam anlamıyla bir ‘araf’ filmi. Yukarıdan çekimlerle ilk önce bize shot yaptıran, Aron’ın bisiklet kullanma sahneleriyle başımızı döndüren Boyle, 2003 yılında Utah’ta bir kanyonun arasında kolu bir kayaya sıkışan Aron’ın yaşam mücadelesini etkileyici bir biçimde beyaz perdeye yansıtmış. Flashbacklerle geçmişle bugün arasında gidip gelen filmde, Aron’ın kötü alışkanlıklarıyla yüzleşmesi duygusal bir pencereden yansıtılmış.
En İyi Erkek Oyuncu James Franco

Kurtuluş mücadelesinde soğukkanlı bir şekilde davranan Aron’ın en sinirli hallerini bile kameraya çekmesi, kendi kendisine konuşarak moral depolaması, dar ve kapalı mekânın sıkıcı bir atmosferden çıkmasına neden olmuş. İşte burada James Franco oyunculuğunu konuşturmuş ve beklentilerin üzerinde bir performans sergilemiş. Bu nedenle “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü James Franco hak ediyor diyorum. Boyle, izleyicinin belki yağmurun yağmasıyla kayganlaşan yapıda kayanın yerinden oynayabileceğini ve Aron’ın kurtulabileceğini düşünmesi ihtimalini de hesaplamış. 127 saat boyunca Aron’ın kayaya sıkışan koluyla kurtulma planları yapması gerilimi tırmandırsa da en son kurtuluş olarak kolunu kırması ve sonrasında da kesmesi filmin tek izleyemediğim sahneleri oldu. Kan görmeye dayanamıyorum, o sahneleri yarım yamalak izleyebildim. Bir de günlerce kanyonda kalan Aron’ın yüzünde sakal çıkmaması kafama takılan bir soru işareti oldu. Bunun yanı sıra filmin sonunda Aron’ın bir yüzücü olarak yaşama devam ettiğine şahit oluyoruz. Burada da kesik kolu bariz bir şekilde görüyoruz.  Ancak Aron, kolunu biraz daha yukarıdan kesmişti; son sahnedeki kol bana daha uzun gibi geldi. Ama yine de hayatın kolayca vazgeçilecek bir olgu olmadığını bizlere anlatan bir film olması nedeniyle “127 Hours” benim favori filmim oldu.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails